-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
-
kendi kendine hesaplar yaptı. Mırıldanarak:
- Yirmi yatak rahat alır, dedi.
Sonra sesini yükselterek:
- Dediğim gibi, Müdür Bey! Bunda bir yanlışlık var!.. Siz yirmi altı kişi küçük birkaç odada, biz ise üç ihtiyar altmış kişinin barınacağı bir sarayda oturuyoruz. Ben sizin yerinizi, siz de benim yerimi almışsınız! Gelin bu yanlışı düzeltelim; bana kendi yerimi veriniz!.. Burası sizindir.
Ertesi gün, yirmi altı hasta piskoposluk sarayına, üç ihtiyar da hastahane binasına taşındılar. Bu haber, kasabada büyük bir şaşkınlık uyandırdı. Ayak takımı ile resmî zevat, piskoposun bunadığına hükmediyorlardı. Orta tabaka ile hastalar onun bir aziz olduğunu söylüyorlardı...
Mösyö Miryel'in serveti ihtilâl sırasında ele geçirildiği ve ocağı söndürüldüğü için kendisine ait en ufak bir mülkü yoktu. Kendisinin, ömür boyu takdir edilen, senelik beş yüz franklık bir maaşı vardı. Bu para üç ihtiyarın şahsî masraflarına yetiyordu. Devletin verdiği piskoposluk maaşına gelince, bunu nereye harcadığını Mösyö Miryel'in not defterine kendi el yazısı ile yazdığı bir nottan öğreniyoruz:
Evimin Masraf Cetveli
1500 Küçük okul için
100 Ruhani Meclisi için
100 Mont Didye Rahipleri için
200 Paris'teki bir göçmen okulu için
250 Kudüs'teki ruhanîler için
300 Sadaka Toplama Cemiyeti için
450 Hapishanelerin ıslahı için
500 İhtiyaç sahibi mahpuslar için
1000 Borç yüzünden mahpus olan fakir kimselerin tahliyesi için
2000 Bölgem dahilinde bulunan okul hocalarının maaşlarına ilâve edilmek için
1600 Fukara Kızları Eğitme Cemiyeti için
6000 Kenarda köşede sesi çıkmayan fakir, yetim ve dullara dağıtmak için
1000 Piskoposluk sıfatıyla yaptığım ziyaretlerde gereken masraflar için
15000 Frank toplam maaşım.
Yeri gelmişken, piskoposla aynı evde yaşayan iki yaşlı kadından da biraz bahsedelim: Mösyö Miryel'in kızkardeşi olan hanımın adı Matmazel Baptistine idi. Uzun boylu, sarı ve kansız yüzlü, zarif ve nârin yapılı, gerçek anlamda bir hanımefendiydi... Genç yaşta, baba ocağı yıkıldığı için, fakir düşmüş evlenecek bir kısmet bulamamıştı. "Ağabeyine bakmak için kısmet aramamıştı" demek daha doğru olurdu... Ömrü dindarlık ve dürüstlük içinde geçtiği için, gençliğinde "zayıflık" diye nitelendirilen bu özelliği, yaşlılığında ona tatlı bir ruhanîlik veriyordu. Matmazel Baptistine'yi görüp de saygı duymayan kimse yok gibiydi. Başı daima aşağıda, gözleri yere bakardı.
İki eski asilzâdenin emektar hizmetçisi olan Madam Magluar'a gelince: Kısa boylu, beyaz tenli, dolgun vücutlu, çalışkan bir hanımdı. Güler yüzlü değildi, ama somurtkan olduğu da söylenemezdi. Akşama kadar evin içinde dört döner, iş yapmaktan sağlığını düşünmezdi. Bu yüzden, nefes darlığına yakalanmıştı; daima içini çekerek nefes alırdı.
Piskopos "fakir babası" olarak tanındıktan sonra ziyaretçilerin sayısı da artmıştı. Köy papazları, yardım cemiyetlerinin başkanları, okul müdürleri, baş piskoposluk müfettişleri eksik olmuyordu. İki yaşlı kadın misafirlere yemek pişirmekten değil, mutfağa ayrılan tahsisatı yetiştirememekten korkuyorlardı. Mösyö Miryel'in kızkardeşi sesini çıkarmamakla beraber, hizmetçi kadın "Evin Masraf Cetveli"ne itiraz ediyor, bin beş yüz frankla bir sene idare olunamayacağını söylüyordu. Cetvelden de anlaşılacağı gibi, Mösyö Miryel, piskoposluk maaşından kendisine sadece bin frank ayırıyor, Matmazel Baptistine'nin beş yüz frankı da buna eklenince topu topu bin beş yüz frank ediyordu... Matmazel Baptistine de mutfak masraflarında sıkıntıya düştüklerini bildiği halde hem ağabeyi, hem babası hem de dinen büyüğü saydığı mösyö Miryel'e en küçük bir şikâyette bulunmuyor, onun cetvel konusunda ne kadar titiz olduğunu hizmetçi kadına hatırlatarak sabretmesini tavsiye ediyordu.
Piskopos, misafirlerin çoğalması karşısında masrafların altından nasıl kalkacağını bilemediğini, bundan çok sıkıldığını söylediği bir gün -cetvelden taviz koparamayacağını bilen- Madam Magluar, başka bir tavsiyede bulundu:
- Saygıdeğer Monsenyör! Benim bildiğim, piskoposluk makamında bulunanlara maaşlarından ayrı olarak çevre köyleri dolaşması için araba masrafı da verilmektedir. Siz niçin hakkınız olan bu masrafı talep etmiyorsunuz?
- Doğru, dedi Mösyö Miryel, hemen bir dilekçe ile Din İşleri
Nâzırlığı'ndan bu tahsisatı talep edeyim.
Çok geçmeden Belediye Meclisi'ne bu tahsisin ödenmesi için emir geldi ve böylece piskoposun maaşına senede üç bin frank daha eklenmiş oldu.
Bu haber, küçük bir kasaba olan D'de tekrar dedikodulara sebep oldu. Ancak, bu seferki dedikodular ayak takımından değil de resmî zevat arasından çıkıyordu. Nitekim, Ayan Meclisi azasından bir zat, gizlice "Din İşleri Nâzırı'na bir rapor yazdı. Bu raporun bir bölümünü aynen alıyoruz:
"Senelik on beş bin frank yetmiyormuş gibi, aç gözlü piskoposumuz, bir de "araba masrafı" adı altında üç bin frank talep ederek, maalesef, bunu almaya muvaffak olmuştur. Dört bin nüfusu bulmayan küçük bir kasabada üç bin frank araba masrafı ne demektir? Kaldı ki, kasabamızın araba ile gezilecek doğru dürüst yolları bile yoktur. Çoğu yere hayvanla ancak gidilebilir. Hatta "Durans" köprüsünden öküz arabaları dahi güç belâ geçebilmektedir. Bu papazların cümlesi böyle cimri ve aç gözlü heriflerdir. Öyle görünüyor ki, yedikleri ihtilâl tokatı bile bu adamların aklını başlarına getirmemiştir... Buraya ilk geldiği zamanlar kendisini havari gibi göstermeye çalışmış ise de bu tahsisat meselesi ile gerçek yüzünü ortaya koymuş bulunuyor. Eski piskoposlar gibi, tantanaya meylediyor. Ah, şu papaz güruhu! İmparatorumuz, bizi bu servet düşkünü adamların elinden kurtarmadıkça, ihtilâl gayesine ulaşamayacaktır. Vatanını çok seven bir Ayan Azası'ndan yüksek makamınıza arzolunur, efendim."
Resmi zevat, dedikoduları böylesine resmiyete dökedursunlar, Madam Magluar, piskoposun araba masrafını istediğine ve kolayca elde ettiğine çok seviniyor ellerinin bollaşacağını ümit ediyordu.
O akşam, Mösyö Miryel, kızkardeşini çağırdı, eline bir pusula vererek bunun titizlikle uygulanmasını istedi:
Araba ve Ziyaret Masraflarının Harcanacağı Yerler:
1500 Hastahanedeki hastalara et yedirilmesi için.
250 X'deki "Yoksul Annelere Yardım Cemiyeti" için.
250 Darkinyan'daki "Öksüzler Yurdu" için
500 "Sokağa Atılan Çocukları besleme Cemiyeti" için
500 D'deki yetimler için.
3000 Frank toplam.
Piskopos Monsenyör Miryel'in evi hayır sahipleri ile yardıma muhtaçların uğrak yeri olmuştu. Onun maaşının ve araba masrafının
tamamını hayır işlerine harcadığını duyan zenginler, hiç düşünmeden yardım ve sadaka için ayırdıkları paraları getirip kendisine teslim ediyorlar, dilediği ihtiyaç sahibine verebileceğini söylüyorlardı. Ne var ki, gelen fakirlerin sayısı zenginlerden fazla idi ve dolasıyla gelen para kuru toprağa düşmüş yağmur gibi ihtiyacı karşılamaya yetmiyordu.
Mösyö Miryel, taşıma su ile değirmenin döndürülemeyeceğini bilen bir insandı. Gücü kuvveti yerinde fakirlere iş buluyor, insanları birbirine yardım etmeye çağırıyor, vaazlarında çalışkanlığı, dürüstlüğü övüyordu. Halka anlayamayacakları yüksek hikmetlerden söz etmiyor, onların anlayacağı basit fakat tesirli bir dil kullanıyordu. Fakirlerini gözetmeyen bir köye şöyle hitabediyordu:
- Briyanson ahalisini görmüyor musunuz? Kendileri zengin olmadıkları halde bakın ne yapıyorlar: Çayırların otunu topraksız ırgatlara, dullara ve yetimlere diğerlerinden üç gün evvel kesmek üzere izin veriyorlar. Yıkılan zavallıların evlerini hep birlikte tamir ediyorlar. Tanrı da onlara dirlik düzenlik ihsan ediyor. Yüz sene içinde orada hiçbir cürüm işlenmemiştir.
Cimriliğini fark ettiği bir köye de şu öğüdü veriyordu:
- Ambron ahalisini görmüyor musunuz? Oğulları askerde, kızları kasabada hizmetçilik eden kimsesiz ihtiyarların işlerini diğerleri elbirliği ile yaparlar. Pazar âyininden çıktıktan sonra hep birlikte erkek - kadın, çoluk çocuk bütün ahali gidip o kimsesiz ihtiyarların ekinini biçer, harmana getirir, tanesini ayırıp ambarlarına, samanını da samanlıklarına taşırlar. Derler ki, çevre köylere yağmur düşmediği ve kıtlık olduğu halde bunların tarlaları yağmursuz, anbarları tahılsız görülmemiştir. İşte Tanrı, yardımsever kullarını darda bırakmaz.
Mal davasına düşen, sınır kavgaları yapan, mirası bölüşmede payına düşene kanaat etmeyen bir köyün halkına da şöyle örnek veriyordu:
- Kiras vadisi ahalisini görmüyor musunuz? O adamlar üç bin kişi oldukları halde, üç bin senedir âdeta küçük bir aile gibi yaşarlar. Ne mahkeme, ne avukat bilirler. Her işlerini, baba gibi saydıkları, belediye başkanı görür. Vergilerini adalet üzere toplayıp miraslarını eşit şekilde dağıtır. Fakir delikanlılara iş, evlenme çağına gelmiş öksüz kızlara koca bulur. Yine derler ki, üç bin senedir bu ahali içinde dilenci görülmemiştir. Neden mal ve para hırsı ile birbirinize düşmüşsünüz? Fakirlerini düşünmeyip de onlara el açtıran topluluğun vay haline!
Resmî zevata ve asilzâdelere de onların seviyesinde, mantık ve felsefe lisanıyla, konuşurdu. Bir gün cimriliği ile meşhur "Marki Şamtersiye"
adında bir asilzâdeyi sıkıştırdı. Volter hayranı bu adama:
- Mösyö Marki, dedi, sizden bir şey almadan bırakmamak niyetindeyim.
Marki, piskoposu kısa yoldan savmak için:
- Benim kendi baktığım fakirlerim var, deyince, piskopos lafı yapıştırdı:
- Bir şey almadan gitmeyeceğim dedim ya... Öyle ise bana fakirlerinizi verin mösyö!..
Piskoposun da aralarında bulunduğu bir Yüksek Devlet Memurları ziyafetinde, cumhuriyet savcısı olan zat, etrafın dikkatini kendi üzerine çekmek için Size çok enteresan bir hikâye anlatacağım, diyerek söze başladı:
- Hukuk fakültesini beraber bitirdiğimiz ve şu anda kendisi de savcılık makamında olan arkadaşım, bir sahtekâra suçunu öyle zekice itiraf ettirmiş ki hukuk tarihine geçse yeridir... Matbaa işçisi olan sahtekâr, karısının tedavisi için gereken parayı bulamayınca bir gece oturup sahte para basmış. Bu sahte para ile karısını tedavi ettirmiş. Kadın sağlığına kavuşturmuş. Para birkaç el değiştirdiği için, gerçek sahibini ispat etmek tabii zorlaşmış. Şüpheler matbaa işçisinin üzerinde toplanmakla beraber, elde sağlam deliller bulunmadığı ve bu işi karısı ile kendisinden başka bilen olmadığı için savcı arkadaşım oturup bir plân kurmuş. Adamın karısını aldattığına ve başka bir kadınla ilişkisi olduğuna dair sahte evraklar düzenlemiş. Kadını savcılık odasına çağırtmışlar. Bu evrakları kadına göstererek kocasının kendisine ihanet ettiğini söylemişler ve onun hakkında ne düşündüğünü sormuş. Kocasının kendisini aldattığını resmî bir ağızdan, hem de belgeleriyle, öğrenen kadın kıskançlıktan delirecek gibi olmuş. Ondan intikam almak için sahte para bastığını itiraf etmiş. Adam yakalanmış; karısı ile birlikte X şehrine gönderilmek üzere, nezarete atılmış.
Bu hikâyeyi duyan herkes savcının zekâsına hayran kaldı.
Hikâye bitince piskopos Cumhuriyet Savcısı'na sordu:
- Bu adamla karısı nerede mahkeme edilecektir?
- Cinayet mahkemesinde, cevabını verdi savcı.
Ve Mösyö Miryel taşı gediğine koydu:
- Ya sahte evrak tanzim eden savcı nerede mahkeme edilecektir?..
Piskopos, yaşlı biri olduğu halde cesareti ile ün yapmıştı. Göreve başladığından bu yana ziyaret etme fırsatı bulamadığı bir dağ köyüne gitmeye karar vermişti. Jandarma komutanı bunu duyunca:
- Aman mösyö, ne yapıyorsunuz, dedi. O dağlarda "Kravat" nâmında azılı bir çete reisi var ki, ne kendisini ne de adamlarını yakalayamıyoruz. Her yerde casusları vardır. Baskına çıkacağımız zaman hemen haber alıp yerini değiştiriyor. İstediği parayı vermeyen zenginlerin bir gecede evini, tarlasını ateşe verip içindekilerle birlikte yakacak kadar cani bir adamdır.
Mösyö Miryel, gayet sakin şöyle dedi:
- Onu serveti ve parası olan düşünsün... Ben fakir, beş parasız bir din adamıyım.
- Fakat, efendim... Adamın ne yapacağı belli olmaz. Gerçi yanınıza bir manga silahlı jandarma veririm ama hayatınızı garanti edemem.
- Kimin hayatı garantideki komutan?
- Yani o dağ köyüne gidecek misiniz?
- Evet! Hem de yalnız olarak. Yolu gösterecek bir çocuk veya keçi çobanı bana yeter. Eşek sırtında giden fakir bir yaşlıyla eşkıyanın ne alıp vereceği olabilir?
Belediye başkanı bile Mösyö Miryel'i bu dağ köyüne gitmekten vazgeçiremedi.
- Boş yere nefesinizi tüketmeyin bayım, dedi piskopos... Karar verdim, gideceğim. O köyün insanları da nasihata muhtaçtırlar. Korkak bir din adamının, can korkusuyla kendilerini ziyaret etmekten vazgeçtiğini duyarlarsa, hakkımda ne düşünürler?
- Yanınıza jandarma da istememişsiniz?
- O zavallıların benim yüzümden ölmelerini istemiyorum...
- Fakat, onlar Tanrı tanımazlar! Vahşi bir kurt sürüsünden farkları yoktur... İşledikleri cinayetlerin sayısını kendileri bile unutmuşlardır.
- İyi ya işte! Belki o sürüye çoban olurum.
- Aman Tanrım! Ya onlarla karşılaşırsanız?
- Nasihat ederim... Ondan sonra da kendilerinden fakirlerim için sadaka isterim.
- Kendilerinden sadaka isteyeceğiniz adamlar, daha geçen ay Ambron kilisesini soydular. Piskoposun nesi var nesi yok alıp götürdüler.
- Demek çalınacak kıymetli şeyler varmış ki, çalmışlar...
Mösyö Miryel, ertesi gün, sabah erkenden bir katıra binerek yola çıktı. D kasabası o gün bu müthiş haberle çalkalandı. Hükümet adamları ihtiyarın artık bunadığına hükmederken, halk onun cesaretini alkışlıyor,
sağ salim dönmesi için dua ediyorlardı.
Halkı çobanlık ederek geçinen bu dağ köyü, belki kurulduğundan beri, ilk defa bir piskoposun ziyaretine sahne oluyordu. Mösyö Miryel, hiçbir tehlike ile karşılaşmadan köye vardı. Doğruca kiliseye gitti. Onu, sırtında eski kadın elbiselerinden bozma soluk bir cübbe taşıyan köyün papazı karşıladı. Piskoposu, sadaka istemeye gelen yaşlı bir dilenci sanan papaz:
- O kadar yolu boşuna tepmişsin baba, dedi. Bu köyün çobanları yüz keçi otlattıkları halde içlerinden yalnız biri kendilerinindir... Sadaka vermeye değil, almaya muhtaçtırlar... Fakat, değilmi ki o kadar zahmete katlanmışsın, ümidini boşa çıkaracak değiliz... İki keçim var, biri senin olsun!..
Mösyö Miryel'in bu sözler karşısında gözleri yaşardı. Papazın sırtını okşayarak gülümsedi:
- Tanrı seni iki dünyada aziz etsin, kardeşim dedi. Hz. İsa da merkep sırtında dolaşan bir koyun çobanı idi... Ne mutlu bize ki onun izinden gidiyoruz. Ben D piskoposu Mösyö Miryel'im. Köyünüzü ziyaret etmek için geldim...
Bunu duyan zavallı papaz, nerede ise küçük dilini yutacaktı. Mösyö Miryel, ona altında imparatorun imzası bulunan "Piskoposluk belgesi"ni gösterince adam iyice şaşırdı.
Piskopos, gayet mütevazi bir ses tonu ile:
- Köy halkını işinden alıkoymamak için, onları bu akşam kilisede toplayınız. Kendileri ile tanışıp sohbet etmek istiyorum, dedi.
Papaz gayet üzgün ve mahcup bir tavırla başını önüne eğdi:
- Fakat efendim, ne makamınıza uygun bir minberimiz ne de sırtınıza giydireceğimiz bir piskoposluk cübbemiz var... Hepimiz de günlük nafakasını zor temin eden fakir insanlarız...
- Hiç üzülmene gerek yok... Yamalı, temiz bir hırka, fakirin hissesinden kesilerek alınmış bir piskoposluk cübbesinden daha değerlidir. Ben buraya almak için değil, vermek için geldim...
Papaz yüreği ferahlamış olarak kapı önünde oynayan bir çocuğu çağırdı. Evleri tek tek dolaşarak ahaliye, köye D piskoposunun geldiğini ve akşam kilisede kendileri ile sohbet etmek istediğini haber vermesini söyledi.
Çocuk gittikten yarım saat sonra kilisenin kapısı çalındı. Atlarından inmiş iki silahlı adam yere büyük bir sandık bıraktılar. Papaza, bunu
Mösyö Miryel'e teslim etmek üzere getirdiklerini söylediler. Papazın soru sormasına fırsat vermeden atlarına atlayıp oradan uzaklaştılar.
Papaz içeri koşup piskoposa durumu haber verdi. Birlikte sandığı papazın odasına taşıdılar. Kapağını açınca, gümüş sırmalarla işlenmiş, pahalı satenden çok süslü bir piskopos elbisesi ile üç kese altın gördüler. Elbisenin üzerine bir de pusula iliştirilmişti. Piskopos pusulayı açıp okudu: "Paralar fakirlerinize sadakamız, elbise de size hediyemizdir. Herkesin kendisinden korktuğu, fakat yaşlı bir ihtiyarın korkmadığı bu dağların kralı: Kravat."
Piskopos:
- Gördün mü, kardeş, dedi, Tanrı, yamalı hırkaya râzı olan kuluna böyle gümüş sırmalı elbiseler giydirir!.. Bu altınlar da sizin kısmetinizdir... Kiliseni tamir ettir, artanı ile de fakirleri giyindir...
Papaz tereddüt içinde sordu:
- Ama efendim?
Piskopos onun sırtını okşayarak:
- Bak kardeş, dedi, insanlar zulmeder; Tanrı adalet eder!.. Tanrı cimrilik yapan servet sahiplerinin başına Kravat gibilerini musallat ederek insanları uyarır... Bu para, zenginlerin fakirlerden esirgediği sadakadır. Kravat'ın eliyle bize ulaşmıştır. Eğer "Kravat bundan sevap alır mı?" dersen, bunun cevabını ben veremem... O Tanrı'ya kalmış bir iştir...
Mösyö Miryel, çobanların içinde bir haftadan fazla kalarak onlara nasihat etti. Vedalaşırken kısa ve öz bir konuşma yaptı:
- Kardeşlerim! Hırsızların ilgisini çekecek malınız ve servetiniz olmadığı için onlardan korkmayınız. Size asıl korkmanız gereken hırsızları haber vereyim mi? En büyük hırsızlar bâtıl inanışlar ki, dağda gezen hırsızlar malınızı çalarken, onlar imanınızı çalar. En büyük katiller de günahlar ve kötü ahlaktır!.. Onlardan uzak durunuz ki, bu dünyada fakir yaşamaya bedel öbür dünyada zengin yaşayasınız... Sizden ricam, bu günahkâr kardeşinize de dua ediniz. Çünkü Tanrı, fakirlerin duasını geri çevirmez.
İşte bizim eski tövbekâr Monsenyör Miryel, böyle bir adamdı. Eve döndükten sonra kızkardeşi Baptistine'yi çağırdı:
- Dün gece tuhaf bir rüya gördüm, dedi. Şu bir türlü vazgeçemediğim babadan kalma gümüş yemek takımı var ya... Açlıktan ölmek üzere olan fakir bir adam, evimize girip onları çalıyor... Uyandıktan sonra bunun gerçek olmadığına o kadar üzüldüm ki!..
- Fakat, ağabey... Onlar ailemizden kalan tek hatıradır. Topu topu altı gümüş tabak, bir çorba kaşığı ve iki şamdan. Bunları maddi değeri ile değil, mânevî değeri ile ölçmelisiniz... Her sene, şahsi maaşınızdan, bunların yüzlercesini satın alacak parayı fakir fukaraya dağıtıyorsunuz...
- Öyle ama, yine de içim rahat değil hemşire...
- Ağabey, yalvarırım bu hatıralara dokunmayınız!...
Mösyö Miryel, çaresiz:
- Peki, sevgili kardeşim, dedi. Onlarda senin de hakkın olduğu için bir şey diyemem... Hani diyorum, bu ağırlıktan da kurtulsak ne iyi olurdu!..
Bu eski tövbekârı iyi tanımanız için biraz da ev hayatından bahsedelim. Sarayını hastahane binası ile değiştikten sonra, yeni evine taşıdığı eşyalar şunlardan ibaretti: Eski bir demir karyola, dört hasır sandalye, bir tahta masa, bir kitap dolabı ve kitaplar. Mutfak eşyalarına karışmadı. Onların seçimini iki yaşlı kadına bıraktı. Bahçeyi dört parçaya ayırarak bir parçasını kendine aldı. Mösyö Miryel, kendi toprağına çiçek ekerken, kadınlar sebze ekmeyi tercih ettiler.
Piskoposun en büyük merakı kitapları ile çiçekleri idi. Geceyi kitapları ile, gündüz de boş kalan vaktini çiçekleri ile geçirirdi. Eve yerleştiği gün, ilk yaptığı şey kapıların kilitlerini sökmek oldu. Kadınlar buna itiraz etmek isteyince:
- Çalınacak kıymetli bir şeyimiz yok ki, niçin kapıları kilitleyelim, dedi. Hırsızlardan servet sahipleri korksun!.. Bu evde üç zavallı ihtiyarın yaşadığını bilen hiçbir hırsız bizi rahatsız etmez... En âdi meslek sahipleri bile müşterisini tanır. Fakat, siz isterseniz odalarınızın kapısını arkadan sürgüleyebilirsiniz... Buna bir şey diyemem.
Kadınlar, eve alışıncaya kadar bir müddet kapılarını sürgülemiş iseler de, sonradan onlar da Mösyö Miryel'den cesaret alarak bu işten vazgeçmişlerdi.
Piskoposumuzun başından geçen bir olayı daha anlatarak hikâyemizi bağlamak istiyoruz: D ahalisini Kravat'ın eşkıyasından daha fazla korkutan bir adam vardı ki, ne zaman adı anılsa arkasından bir beddua edilirdi. İhtilâle ihanet etmekle suçlanıyordu. Kralın ordusunu defalarca bozguna uğratmış bir milis generali idi. İhtilâlin muvaffak olmasında büyük payı bulunan bu korkusuz general, hâneden mensubu diye çoluk, çocuk ve kadınların katledildiğini görünce silahını bırakmış, "Bu bir vahşettir!" diyerek tek başına dağa çekilmiş, bir mağaraya kapanmıştı. Cumhuriyetçiler kendisine, aralarına dönmesi için, haber göndermişseler
de, "Ben sarhoşların ve fahişelerin halk mahkemelerine başkanlık ettiği bir düzene uşaklık edemem. Ben zulmün son bulması ve adaletin yerine gelmesi için yola çıkmıştım; fakat görüyorum ki, ihtilâlciler kraldan daha zalim davranıyorlar." diyerek tekliflerini geri çevirmişti. Cumhuriyetçiler onu "rejim düşmanı ve hain" ilân etmişseler de, vaktiyle yaptığı hizmetlerin hatırı için ardına düşmemişlerdi. Kod adı "G" olan bu rejim düşmanının gerçek adını kimse bilmiyordu. Mağarasından dışarı çıkmadığı halde, halkın korkulu rüyası olmaya devam ediyordu. Halbuki yirmi seneyi aşkın bir zamandır ne kimseye görünmüş, ne kimseye bir zararı dokunmuştu. Ne yer, ne içer, nasıl yaşar kimse bilmezdi... Yine de onu küfürle anar, şeytandan bahseder gibi bahsederlerdi.
Bir gün belediye meclisinin toplantısında bu adamdan bahsedilince, Mösyö Miryel'in merakını celbetti. Açıkça söylemedi ise de, içinden onu ziyaret etmeye karar verdi. "Ne kadar günahkâr ve hain de olsa, ben onun da piskoposu değil miyim? Bir çoban sürüdeki bütün koyunlardan sorumludur. Koyunun uyuzu çobanı ürkütmemeli..." diye mırıldandı.
Karar vermişti vermesine, ama ayağı bir türlü bu işe varmıyordu. Sonunda meseleyi jandarma komutanına açtı:
- Komutan, dedi; halkın şeytandan bahseder gibi bahsettikleri şu rejim düşmanını merak ediyorum. Ben siyaset adamı değil, din adamıyım... Gidip onu ziyaret etmeyi düşünüyorum; ne dersiniz?
Komutan eşkıya baskınına uğramış gibi yerinden fırladı:
- Ne diyorsun, Peder? Sen çıldırdın mı?.. Kravat'tan hediye aldığın yetmiyormuş gibi, şimdi de bir rejim düşmanını mı ziyaret edeceksin!.. Vallahi, İmparator duyarsa derini yüzdürür! Haydi birincisine göz yumdum, ama bunu benden önce hükümete yetiştirirler. Ondan sonra ikimiz de yanarız!
- Ben imparatorun değil, Tanrı'nın memuruyum!.. İdamlıklarla görüşmeme izin var da, neden buna olmasın? Kararım kesindir; gideceğim! Sen istersen, izin vermediğine dair bir belge yaz; altını imza edeyim. Kendini böylece kurtarmış olursun... Bana gelince, ben imparatordan daha güçlü birine bağlıyım. O'na güvenen kimseden korkmaz...
Kaderin cilvesine bakın ki, o sırada rejim düşmanının hizmetini gören çocuk yaşta bir çoban, kasabaya inmiş, efendisinin hasta olduğunu kendisine bakacak bir doktor aradığını söylüyordu...
Bunu duyan piskopos:
- Onun doktora değil, bir din adamına ihtiyacı var, dedi.
Çocuğun arkasına takılarak dağın yolunu tuttu. "G"nin yaşadığı mağaranın önüne gelince, tahta sandalyesinde güneşlenmekte olan yaşlı bir adam gördü:
Çoban, ihtiyarı göstererek:
- İşte efendim orada oturuyor, dedi.
Mağara dedikleri yer, küçük fakat bakımlı bir kulübe idi. Kapısının üzerinden bir üzüm asması sarkıyordu. İhtiyarın yanında başka bir çoban ayakta dikiliyor, elinde tuttuğu bir süt maşrapasını ona uzatıyordu.
Piskopos şaşkın bir halde:
- Aman Tanrım, dedi; adından küfürle bahsettikleri adam bu mu?..
İhtiyar, çobana minnet dolu bir yüzle gülümsedi:
- Teşekkür ederim oğlum, dedi. Artık canım hiçbir şey istemiyor...
Piskopos adama doğru yürüdü. İhtiyar onu görünce şaşırdı:
- Hoşgeldiniz, dedi. Doktora benzer bir haliniz yok... Doktordan çok bir din adamına benziyorsunuz... Burada bulunduğum günden beri, ilk defa ziyaretime bir adam geliyor!.. Söyler misiniz Mösyö, siz kimsiniz?
Piskopos heyecanlı bir sesle:
- Adım Bienvönü Miryel'dir, dedi.
İhtiyar, mutlu bir gülümsemeyle:
- Bienvönü Miryel ha? Bu adı daha evvel duymuştum dedi. Halkın, "Monsenyör Miryel" diye çağırdıkları ve çok sevdikleri zat sizsiniz demek?
- Evet, benim.
- O halde benim de piskoposum sayılırsınız...
- Fakat halk sizi vatandaştan saymıyor?.. Adınızı pek kötü bir şekilde telaffuz ediyorlar...
İhtiyar tekrar gülümsedi:
- Size din dersi verecek değilim, peder... Fakat, bilirsiniz ki, Tanrı'nın hatırı halkın hatırından yücedir!.. Ben, senelerce önce, Tanrı'nın hatırını halkın hatırına tercih edip bu kulübeye çekildim... Şu anda, üç saat sonra ölecek olan bir adamla konuşuyorsunuz... Sözlerinizi buna göre tartıp konuşunuz. Hakkımda merak ettiğiniz her şeyi sorabilirsiniz. Ancak ondan sonra benim için dua edip etmeyeceğinize karar veriniz...
Piskopos ciddileşerek:
- Mösyö, dedi, geleceği ancak Tanrı bilebilir!.. Üç saat sonra öleceğinizi nasıl söylersiniz?..
İhtiyar bu sefer öyle tatlı gülümsedi ki, yüzünden âdeta nurlar yayıldı:
- Mösyö, dedi; lütfen beni imtihan etmeyiniz... Gururlanmaktan Tanrı'ya sığınırım. Biraz doktorluğum vardır... Son saatin nasıl geldiğini iyi bilirim. Dün yalnız ayaklarım soğuk idi; bugün dizlerime kadar soğudum. Şimdi de soğuğun belime doğru geldiğini hissediyorum. Kalbe ulaştığı zaman vakit tamamdır. Soracağınız varsa sorun. Yok anlatacağınız varsa, sabırla dinlerim.
Sonra çobana döndü:
- Haydi oğlum, sen git de biraz uyu! Sabaha kadar başımı bekledin... Bizi piskoposumla yalnız bırak!..
Mösyö Miryel, zihninin bir anda boşaldığını hissetti. Bu ihtiyarın karşısında anlam veremediği bir hafiflik hissediyordu... İhtiyar öyle dinç, öyle mutlu görünüyordu ki, hiç de üç saat sonra ölecek birine benzemiyordu.
Piskopos, çoban kulübeye girdikten sonra, ihtiyarın yanındaki bir taşa oturdu. Zihnini toparlamaya çalışarak:
- Mösyö, dedi, herhalde koca bir hânedanın yıkılışına yardım ettiğiniz için çok pişmansınız?..
- Ben hânedanın değil, zulmün yıkılışına hizmet ettim!.. İhtimaldir ki, siz o zamanlar mazlumların iniltisini işitemeyecek bir hayat sürüyor idiniz!..
Piskopos, bütün hücreleri ile titredi... Bu yaşlı adam, bir bilge gibi mucize gösteriyordu.
Mösyö Miryel, konuyu kendisinden uzaklaştırmak için:
- Fakat, adaleti getireceğini söyleyenler, kraldan daha zalim davrandılar... Binlerce din adamının kellesini sarhoşlara kestirdiler.
- Evet, öyle oldu! Fakat, ben bu sahnelerde yoktum. Onlara cinayet işlettiren kin ve cehâlettir!.. Cehalet ise, zulmü adalet gibi gösterir... Fakat sorarım size, adalet adına cinayet işleyen o zavallıları câhil bırakan yine din adamları ve kilise değil midir? Kral ile beraber olup halkın ezilmesine göz yuman, ilmî araştırmaları yasak eden, fakirlik ve sefalet cenderesinde ezilen biçarelerin iniltilerine kulak tıkayarak servet üstüne servet yığan yine kilise babaları değil midir?..
- Bütün bunlar cinayetleri mâzur göstermez! Gerçek din adamlarının,
mâsum çocukların, savunmasız kadınların ve ihtiyarların en günahı vardır?
- Burada sizinle beraberim. Lâkin unutmamak lâzım gelir ki, bir felâket geldi mi, masumları da günahkârlarla birlikte götürür!... Fenalıkları mahvetmek istedik; ama kilise ile birlikte ahlakı da mahvettik. Değirmeni bozduk, fakat rüzgârı kaldı.
- "Bozmak" sözü hafif kalır... Gazaplı bir yıkım yaptınız.
- Doğrudur... Unutmayınız ki Tanrı'nında gazabı vardır. Nuh tufanı buna en iyi örnektir... İnsanlık bin beş yüz sene sabretti. On beş asır, kara bir bulut gibi vicdanların ve hürriyetin üzerine çöktü. Sonunda bir şimşek çaktı ve bu kara bulutu yırttı. Gerçeğin çiğ halini hazmetmek zordur. Gelin bir noktada birleşelim. Siz zulme uğramış ilim adamlarına ve sefillerin çocuklarına ağlayınız; ben de krala, hânedanına ve asillerin çocuklarına ağlayayım...
- Ben hepsine ağlarım!
- Sizi yalnız bırakmam, Mösyö! Ben de sizinle birlikte ağlarım...
Bu karşılıklı tartışmadan sonra, derin bir sessizlik oldu.
Münzevi ihtiyar, piskoposu baştan ayağa süzdü:
- Piskopos Efendi, dedi; ben ömrümü derin araştırma ve ilimle geçirdim. Beni göreve çağırdıkları vakit altmış yaşında idim. Bu emre itaat ettim. Çünkü zulüm ve baskı vardı; ben bunu gidermek için savaştım. Ne kralla ne de kilise ile bir alıp vereceğim yoktu. Ben bozuk düzene, kokuşmuş ve aslından uzaklaşmış dine baş kaldırdım. Haliyle karşımda kralı ve kiliseyi buldum. Gönül isterdi ki, kan akıtmadan bu iki engeli ortadan kaldıralım. Lakin ipinucu benim elimde değildi. Cehalet ve kinle dolu kalabalıklar, bendi yıkılmış sel gibi önüne çıkan engeli yıkıp geçiyordu. Adalet adına cinayetler işleniyordu. Ondan sonradır ki silahımı indirdim:
- Yapmayın, dedim. Kralın ve kilisenin zulmüne son verelim derken, birçok mâsumun kanına giriyorsunuz! Gördüğünüz cübbeliyi öldürmekle mâbedin örtüsünü yırtıyorsunuz!..
Evet Mösyö... Petkem manastırını 1683'de ihtilâlcilerin elinden kurtaran ve birçok masum din adamının öldürülmesine engel olan general benim... Ondan sonra "hain ve dönek" ilân edilerek ordudan atıldım. Şerefli bir general iken, âdi neferlerin küfür ve hakaretine mâruz kalan bir adam durumuna düştüm. Bana hakaret edenlere asla kin duymadım. Onlara değil, cehâlet ve ahlaksızlığa kin duydum... İnsanlardan kaçıp bu
dağ başına çekildim. Cinayetlere âlet olmamak için, Tanrı'ya sığındım. Öldürülen mâsumların ardından yıllarca gözyaşı döktüm... Şimdi seksen altı yaşındayım ve ölmek üzereyim... Söyleyin Mösyö, beni niçin görmeye geldiniz? Benden ne istiyorsunuz?
Piskopusun gözlerinden iki damla yaş döküldü. Bu hakkı tutan, fakat halkın gözünden düşen münzevi ihtiyarın önünde diz çöktü.
- Duanızı istiyorum efendim, dedi. Başka bir şey değil!..
İhtiyarın gözleri yumuldu. Mırıltı halinde:
- Ey Mâbudum! Ölümsüz olan yalnız Sensin... İşte sonunda Sana dönüyorum; beni kabul et, kapından çevirme.
Dudakları yumuldu. Kolları yana düştü. Fakat hâlâ tebessüm ediyordu.
GARİP BİR YOLCU
Mösyö Miryel, "cemiyetten kovulmuş adamı" ziyaret etmekten son derece memnundu. Onu kollarına alıp sandalyesinden indirdi. Çobanlarla birlikte, kulübenin önüne bir mezar kazdı. Ölüyü gömüp ardından son duasını etti.
Jandarma komutanı, dağdan inen piskoposu karşıladı. Mösyö Miryel, adamın soru sormasına fırsat vermeden:
- Onu gömdüm, geliyorum, dedi. Başka bir sorunuz var mı?..
Komutan başını öne eğdi:
- Hayır, dedi. Tanrı günahlarını affetsin...
O günden sonra, piskopos çevre köylere ziyaretlerini sıklaştırdı. Halkı, içine düştükleri cehâlet bataklığından kurtarmak için var gücüyle çalıştı.
1815 senesi Eylül ayının başlarında, güneşin batmasından yaklaşık bir saat evvel, yaya olarak yolculuk etmekte olan bir adam, D kasabasına giriyordu. Orta boylu, kaba vücutlu, kırk beş yaşlarında, yüzü güneşte kalmaktan esmerleşmiş, güçlü, kuvvetli biri idi. Yabancı olduğu her halinden belliydi. Dikkat çekmemek için, başı önde yürüyordu. Şapkasının meşin siperi aşağı düşmüş, yüzünün üst bölümünü kapatıyordu. Sırtında, kaba sarı bezden eski bir gömlek vardı. Açık yakasından kıllı göğsü görünüyordu. Mavi Amerikan bezinden, dizleri yamalı, bir pantolonu, asker potinine benzer, demir nalçalı bir botu vardı. Saçı kısa kesilmiş, fakat sakalı uzundu.
Görünüşü öyle perişan ve öyle sefildi ki bu kasabada onun gibi biri daha gösterilemezdi. Terden sırılsıklam olmuş yüzüne bakanlar korkmaktan kendilerini alamıyorlar, merakla onu izliyorlardı. Ayaklarını sürüyerek yürümesine bakılırsa, uzak bir yoldan geliyor olmalıydı. Gasnedi Caddesi'nin sonunda bulunan çeşmenin yanında durdu. Kana kana su içti. Poaşur Sokağı'nın köşesinde rastladığı çocuklara belediye binasını sordu. Çocuklar, eğlence olsun diye, bu tuhaf kılıklı adamın peşine düşüp onu belediye binasına götürdüler. Yabancı burada bir çeyrek saat kadar kaldıktan sonra, arka kapıdan çıktı. Böylece çocukları atlatmış oldu. Çelipası Meydanı'na doğru yürüdü. Kendisini şüphe ile izleyen bir jandarma, bu sefil adamın selamını almadığı gibi, yüzünü buruşturarak ondan hoşlanmadığını belli etti...
Meydanın sağ tarafında, "Uçdofin" adıyla meşhur bir misafirhane vardı. Derler ki, Napoleon D kasabasına geldiği zaman belediye binasında değil de bu misafirhanede gecelemiştir.
Yabancı, işte böylesine meşhur ve şerefli "Uçdofin" misafirhanesine gitti. Kapısı sokağa bakan mutfağa girdi. Bütün fırınlar yanıyor, nefis yemek kokuları tok insanın bile iştahını kabartıyordu. Misafirhane sahibi, arabacılardan oluşan zengin müşterilerine yemek taşımakla meşguldü. Kapının açıldığını duymuş, başını o yana çevirmeden:
- Ne istiyorsunuz mösyö, dedi.
- Yemek ve yatak istiyorum, cevabını verdi yolcu.
- Pekâlâ, Mösyö... Yemeğin ve yatağın en mükemmeli bizdedir. O yana dönüp de bir sefalet örneği olan yabancıyı görünce irkildi...
- Fakat, para iledir, diye onu tersledi.
Yolcu, koynundan meşin bir kese çıkararak:
- Param var, dedi.
Misafirhane sahibi, memnuniyetsiz bir ifadeyle:
- Madem yeterli paran var, istediğini vermeye hazırım diyerek yolcuyu kabul etti.
Patron, arabacılara hizmet ederken, bir yandan da yabancıyı dikkatle süzüyordu.
Yolcu, dayanamadı... Yutkunarak:
- Yemeği ne zaman vereceksiniz, diye sordu.
- Bu beylerin servisini bitirir bitirmez...
Yabancı ateşin yanında oturdu. Sırtı misafirhane sahibine dönük olduğu
için onun hareketlerini göremiyordu. Patron, cebinden bir kâğıt çıkardı; üzerine bir satır yazdıktan sonra katladı. Etrafı süpürmekte olan çocuğu çağırdı. Kulağına eğilip bir şeyler söyledi. Kâğıdı alan çocuk kapıdan çıkıp gözden kayboldu.
Yabancı açlıktan kıvranıyor, yemek kokuları başını döndürüyordu. Bir kere daha:
- Benim yemeğimi ne zaman vereceksiniz, dedi.
Patron:
- Hemen, cevabını verdi.
Çocuk kapıdan girer girmez, nefes nefese patronun yanına gitti. Kâğıdı ona uzattı. Adam kâğıdı açıp okudu. Yabancıya bakarak:
- Hımm, dedi, zaten tahmin etmiştim...
Vakit kaybetmeden gidip yabancının başına dikildi:
- Mösyö, dedi, sizi burada daha fazla tutamayacağım...
Yolcu adama bakmak için başını kaldırdı. Fakat gözleri karardı... Onu zor seçiyordu:
- Niçin Mösyö, dedi. Parayı vermem diye mi korkuyorsunuz?.. Size param var dedim; isterseniz peşin vereyim.
- Onun için değil...
- Ya niçin?
- Sizin paranız var; ama benim odam yok...
Yabancı gayet sakin ve yalvaran bir sesle:
- Zararı yok, dedi. Beni ahırın bir köşesinde yatırabilirsiniz.
- Ahırın içi beygirlerle dolu...
- Ne ise... Onu sonra düşünürüz... Hele önce bir karnımı doyurun da... Samanlığın bir köşesi de olur.
- Yemek de veremem! Anlamıyor musunuz; "Size verecek yemeğim ve yatağım yok." diyorum!..
Patronun bağırarak söylediği bu son sözler, yabancıya ağır geldi. Yerinden kalkarak:
- Ya, dedi, siz benim açlıktan ölmek üzere olduğumu biliyor musunuz? On saat, hiçbir şey yemeden, yaya olarak yol yürüdüm. Parasını vereceğime göre, yemek isterim!
- Yemek yok, diyorum; anlasana...
Yabancı, korkunç bir kahkaha attı:
- Yemek yok, ha! Kokusu başımı döndüren, şu kazanlarda kaynayan yemek değil de nedir?
- Onların hepsi satıldı!
- Kime?
- Şu arabacı beylere!
- O arabacı beyler kaç kişidir?
- On iki kişi...
- Burada yirmi kişiyi doyuracak yemek var! Herkese açık olan bir misafirhanedeyim... Açım ve parası ile yemek istiyorum...
O zaman misafirhane sahibi, yabancının kulağına eğildi:
- Sana buradan git, diyorum... Beni daha fazla konuşturma!
Yolcu cevap vermek için ağızını açtı ise de patron buna fırsat vermedi:
- İster misin, kim olduğunu da söyleyeyim: Adın Jan Valjan'dır!.. Ne cins bir adam olduğun da şu kâğıtta yazılı. Okuma bilir misin?
Kâğıdı yabancıya uzattı. Zavallı kâğıtta yazılanları görünce sarardı. Başını eğdi; yere bırakmış olduğu çantasını aldı. Hiçbir şey söylemeden kapıdan çıkıp gitti...
Büyük cadde boyunca, ayakları birbirine dolaşarak ilerledi. Arkasına dönüp bakmadı. Geçmişlerinde utanç verici bir suçu bulunanlar arkalarına bakmazlar. Çünkü, kara talihlerinin onları takip ettiğini çok iyi bilirler...
Bir müddet, nereye gittiğini bilmeden yürüdü. Üzüntüsünün ve utancının verdiği azap ona açlığını unutturmuştu. Hava iyice kararmış olduğundan, bastığı yeri zor görüyordu. Açlık ve uyku, iki azılı düşman gibi tepesine çullanmış, sırtını yere getirmek üzere idiler. Sokağın sonunda bir ışık görünce, dizlerine yeniden güç geldi. Bir ahır, bir köpek kulübesi de olsa razı idi... Işığa doğru gitti. Burası, Şafo Sokağı'ndaki âdi bir meyhane idi.
Yabancı pencerenin önünde durup içeriye baktı. Birkaç kişi oturmuş içki içiyordu. Meyhaneci ateşin yanında ısınıyordu. Ocağın üzerinde, çengele asılmış, demir bir tencere kaynıyordu.
Sefil adam, buradan da kovulacağını hissetmiş gibi, içini çekti. Cesaretini toplayarak kapıyı tıklattı.
İçeriden bir ses: