"
"
"
"
"
"
"
"Hiç mi! Ellere bak. Ağza bak. O lekeler ne öyle?
"Bilmiyorum teyze."
"Yok canım, ben gayet iyi biliyorum ama. Reçel bu, reçel. Sana kırk defa dedim reçele dokunursan derini yüzerim diye. Ver bakalım şu değneği."
Değnek havaya kalktı... Kurtuluş umudu görünmüyordu.
"Aman! Arkana bak teyze!"
Yaşlı kadın hızla arkasını dönüp tehlikeye karşı eteğini topladı. Çocuk hemen fırladı, yüksek tahta çiti tırmanıp ardında kayboldu.
Polly Teyze bir an ardından bakakaldı, sonra da küçük bir kahkaha attı.
"Tut da çocuğa kulak as, neden hiç ders almam, bilmem ki? Onca numarasından sonra nasıl da hâlâ kanıyorum? Ama işte kurt kocayınca çakalın maskarası olur derler ya, bu da o hesap. İhtiyar it de yeni numara öğrenemezmiş. Aman Allah canını almasın, bir gün oynadığı oyun öteki günü tutmaz, nereden bileyim ne yapacağını? Tepemi attırmadan işi nereye kadar vardıracağını, sabrımın son sınırını nasıl da ezber etmiş. Bir dakikalığına oyalasa ya da güldürse yelkenleri suya indireceğimi, ona fiske bile vuramayacağımı da ne iyi bilir ya. Tanrı biliyor, işin doğrusu bu çocuk için vazifemi yapmıyorum. Kutsal Kitap ne demiş: Evladını dövmeyen dizini döver. İkimizin yerine de günaha girip çilesini çekiyorum. Şeytanlık çok bu çocukta, ama Tanrı korusun! Merhum kız kardeşimin oğlu zavallıcık, ona vurmak elimden gelmiyor işte. Suç işlediğinde ses etmesem vicdanım sızlıyor, ama her vurduğumda da yüreğim dağlanıyor. Neyse artık, 'insan ki, kadından doğmadır, sayılıdır günleri ve bitmez çilesi,' yazar Kutsal Kitap; doğru da demiş, bana kalırsa da öyle. Bugün öğlenden sonra okuldan kaçacak, ben de yarın ceza olarak ona iş yaptıracağım. Cumartesi günü diğer çocuklar tatil yaparken onu çalıştırmak çok zor olacak, ama çalışmaktan nefret ettiği kadar hiçbir şeyden nefret etmez; ben de ona karşı vazifemi yerine getirmeliyim, yoksa asla adam olamayacak yavrucak.
Tom gerçekten okula gitmemiş ve çok iyi vakit geçirmişti. Akşam yemeğinden evvel ertesi gün için odun kesip çıra yapan küçük siyah oğlan Jim'e yardım etmeye güç bela yetişti. Daha doğrusu Jim işin dörtte üçünü yaparken ona maceralarını anlattı. Tom'un kardeşi (daha doğrusu üvey kardeşi) Sid kendi payına düşen(kıymıkları toplama işini) çoktan bitirmişti, çünkü uslu bir çocuktu ve ne macera yaşamaktan anlardı, ne de başını belaya sokmaktan.
Tom akşam yemeğini yerken ve fırsat buldukça aşırdığı şekerleri cebine atarken, Polly Teyze ona şaşırtmacalı ve ustaca planlanmış sorular soruyordu... niyeti onu tuzağa düşürüp kendini ele vermesini sağlamaktı. Tüm temiz kalpli insanlar gibi, karanlık ve gizemli bir diplomatlık yeteneğine sahip olduğu inancıyla kurum kurum kurumlanıyor, maksadı ayan beyan belli yöntemlerini en düzenbazca kurnazlık numaraları saymaya bayılıyordu. Şöyle dedi:
"Tom, okulun içi epey sıcaktı, değil mi?"
"Evet, teyze."
"Hatta çok sıcaktı, değil mi?
"Evet."
"Canın yüzmeye gitmek istemedi mi, Tom?"
Tom'un içinden küçük bir korku dalgası geçti... tatsız, huzursuz edici bir kuşku sardı içini. Polly Teyze'nin yüzüne baktı, ama hiçbir şey çıkaramadı. Bunun üzerine şöyle dedi:
"Yoo... şey, pek istemedi, teyze."
Yaşlı kadın elini uzatıp Tom'un gömleğini şöyle bir yokladı, "Ama pek de terlemiş gibi bir halin yok," dedi. Niyetini belli etmeden gömleğin kuru olduğunu anlayabildiği için kendi kendine böbürlendi. Ama yaşlı kadının tüm yeteneğine rağmen Tom artık işin nereye varacağını anlamıştı. Bu yüzden bir sonraki adımı tahmin edip önünü kesti:
"Bazılarımız başımızı tulumbanın altına tuttuk... benimki hâlâ ıslak. Gördün mü?"
Polly Teyze ikinci derece kanıtlardan birini gözden kaçırdığı ve kurnazlık etme fırsatını yitirdiği için biraz üzülmüştü. Ama sonra yeniden ilham geldi:
"Tom, başını tulumbanın altına tutmak için gömleğinin yakasını diktiğim yeri sökmedin değil mi? Ceketinin düğmesini aç!"
Tom'un yüzündeki kaygı uçup gitti. Ceketinin önünü açtı. Gömleğin yakasındaki dikiş sapasağlam duruyordu.
"Hay Allah! Şey, öyle olsun bakalım. Okuldan kaçıp yüzmeye gittiğinden eminim. Ama seni affediyorum Tom. Sen de haklısın yavrum, adı çıkmış dokuza, inmez sekize, dedikleri gibi. Bu seferlik."
Kurnazca planı suya düştüğü için yarı üzülüyor, Tom bir kereliğine olsun uslu durdu diye yarı seviniyordu.
Ama Sidney lafa karıştı:
"Aaa, ben yakasını beyaz iple diktin sanıyordum, ama bu siyah."
"Hakikaten, beyazla dikmiştim! Tom!"
Ama Tom devamını beklemedi. Dışarı fırlarken seslendi:
"Sid, sen gününü görürsün."
Tom emniyetli bir yerde ceketinin iki yakasına sokulu duran ucu iplikli iki dikiş iğnesini inceledi... bir iğnedeki beyaz, diğerindeki siyahtı.
"Sid olmasa hayatta fark etmezdi," dedi. "Karıştırmışım, kimi zaman beyazla, kimi zaman siyahla dikiyor. Artık birini seçsin canım... hesabını tutamıyorum bir türlü. Sid'i bunun için iyi bir pataklamazsam ne olayım. Yaptığını ödetmezsem benim adım Tom değil."
Tom köyün örnek çocuğu değildi. Gerçi örnek çocuğu çok iyi tanıyordu ve ondan hiç hoşlanmazdı.
İki dakikada, hatta daha kısa sürede bütün dertlerini unuttu. Onun dertleri başka insanların dertlerinden daha hafif, daha az acı verici olduğundan değil; yeni ve çok ilginç bir şey dertlerini bastırıp bir süreliğine zihninden kovalamıştı... tıpkı yeni girişimlerin heyecanıyla insanların önceki talihsizliklerini unutmalarındaki gibi. Bu ilginç şey, az önce bir zenciden duyduğu, yepyeni bir ıslık çalma tekniğiydi ve bir an önce rahatça denemek istiyordu. Bu teknikte ıslık çalarken aralarda dil üst damağa değdirilerek kuş şakımasına benzer akıcı bir cıvıltı çıkartılıyordu. Okur bir zamanlar oğlan çocuğu olduysa muhtemelen nasıl yapıldığını hatırlıyordur. Gayret ve dikkat kısa zamanda sonuç verdi ve ağzı ahenkle, ruhu kıvançla dolu, sokakta yürümeye koyuldu. Yeni bir gezegen keşfeden bir gökbilimci ne hissederse onu hissediyordu. Ama alınan hazzın kuvveti, derinliği, katıksızlığı düşünülürse gökbilimcinin hissettiği solda sıfır kalırdı.
Yaz akşamları uzun sürüyordu. Henüz hava kararmamıştı. Tom aniden ıslık çalmayı kesti. Karşıdan bir yabancı geliyordu, ondan azıcık daha iri bir oğlan. Yoksul ve küçük St. Petersburg köyüne yeni gelen biri hangi yaşta ya da cinsiyette olursa olsun müthiş bir merak uyandırırdı. Üstelik bu çocuk iyi giyimliydi. Günlerden Pazar olmamasına rağmen tam tekmil giydirilmişti. Bu gerçekten hayret vericiydi. Kasketi pek biçimliydi, sık düğmeli mavi ceketi yepyeni ve pek afiliydi, pantolonu da öyle. Ayağında ayakkabı vardı, hem de daha Cuma günü. Hatta parlak kurdeleden bir boyunbağı bile takmıştı. Kentli havası Tom'un içini oyuyordu adeta. Tom bu mucizevi şahaneliğe gözlerini dikip baktıkça tüm bu şaşaa ve süse daha çok burun kıvırıyordu, ama kendi kılığı giderek daha pespaye
görünmeye başlamıştı gözüne. Çocuklardan ikisi de konuşmuyordu. Biri adım atınca diğeri de atıyordu - ama sadece yana doğru, bir çember çizerek. Sürekli yüz yüze ve göz göze kalmaya özen gösteriyorlardı.
Nihayet, Tom konuştu:
"Döverim seni!"
"Döv de görelim."
"Pekala da döverim."
"Hayır, hiç de dövemezsin."
"Döverim."
"Yok canım."
"Var canım."
"Yok."
"Var."
"Yok.
Tatsız bir duraklama oldu. Sonra Tom konuştu:
"Adın ne?"
"Belki de seni hiç ilgilendirmiyordur."
"Görürsün bak nasıl ilgileneceğim."
"Haydi, niye ilgilenmiyorsun o zaman?"
"Fazla konuşursan ilgilenirim."
"Fazla... fazla... fazla! İşte konuştum."
"Sen kendini çok mu zeki zannediyorsun? Bir elim arkada döverim seni be, canım isterse."
"İyi ya, niye dövmüyorsun öyleyse? Döverim diyorsun ya."
"Benimle dalga geçmeye devam edersen döverim."
"Yaa, tabii... Senin gibilerini çok gördük."
"Ukala dümbeleği! Laf söyledin aklın sıra, değil mi? Şunun şapkasına bak be!"
"Beğenmediysen al bakalım başımdan. Yiyorsa vur da düşür bakalım haydi; şapkayı düşürmeyen adam değildir ama."
"Yalancı!"
"Sensin yalancı."
"Ödlek yalancının tekisin, vurmaya cesaretin yok."
"Yaa... git işine be!"
"Bana bak... biraz daha diklenirsen elime taşı aldığım gibi kafanı yararım."
"Anca yararsın."
"Hem de nasıl yararım."
"Öyleyse niye yarmıyorsun? Ne diye yaracağını söyleyip duruyorsun? Niye yapmıyorsun o zaman? Çünkü korkuyorsun."
"Korkmuyorum."
"Korkuyorsun."
"Korkmuyorum."
"Korkuyorsun işte."
Yine bir duraklama oldu ve göz temasını kesmeden yan yan çember çizildi. İyice yaklaşıp omuz omuza geldiler bu sefer. Tom,
"Çek arabanı buradan!" dedi.
"Sen çek!"
"Çekmem."
"Ben de çekmem."
İkisi de bir ayağını yere yan basıp destek alarak karşısındakini itiyor, geri adım attırmaya çalışıyordu; bu sırada da birbirlerine hınçla, düşmanlıkla bakıyorlardı. Ama kimse diğerine geri adım attıramadı. İkisi de ter içinde kalıp kıpkırmızı olana kadar itiştikten sonra birbirlerini kollaya kollaya ayrıldılar, bunun üzerine Tom, "Hem korkaksın, hem de bir halt beceremiyorsun," dedi. "Seni ağabeyime söyleyeceğim, isterse serçe parmağıyla döver seni, gününü göreceksin."
"Hava cıva senin ağabeyin be! Benim ağabeyim ondan daha büyük, hem isterse onu şu çitin üstünden bile atar."
(İki ağabey de hayaliydi.)
"Yalan söylüyorsun."
"Öyle san sen, görürsün."
Tom başparmağıyla yere bir çizgi çekip şöyle dedi:
"Sıkıysa şu çizgiyi geç bakalım. Seni öyle bir tepelerim ki ayağa kalkamazsın. Geçemezsen de ödleğin tekisin."
Yeni oğlan bir sıçrayışta çizgiyi aşıverdi.
"Tepeleyecektin ya, haydi görelim bakalım nasıl tepeliyorsun."
"Bana bak, üstüme çok varma, yoksa karışmam."
"Ama tepelerim demiştin, niye öyle duruyorsun ki şimdi?"
"Parayla, iki sent verseler sağlam kemik bırakmam."
Yeni oğlan cebinden iki kocaman bakır para çıkarıp alaycı bir gülümsemeyle uzattı. Tom bir vuruşta paraları yere düşürdü. Bir saniye geçmeden çocuklar toprağın üstünde kediler gibi kenetlenmiş, yuvarlanıp boğuşmaya başlamıştı; bir dakika içinde birbirlerinin saçını çekip üstünü başını yırtmaya kalktılar, birbirlerinin burnunu yumruklayıp tırmaladılar, ikisi de tepeden tırnağa toz ve şan içinde kaldı. Ama sonra karmaşa giderek azaldı ve toz bulutunun içinde yeni oğlanın göğsüne oturmuş onu yumruklayan Tom göründü.
"Pes et!" dedi Tom.
Oğlan sadece kendini kurtarmaya çalışıyordu. Ağlamaya başlamıştı - ama gözyaşlarının sebebi öfkeydi daha ziyade.
"Pes diyeceksin!" dedi Tom ve yumruklar devam etti. Nihayet yabancı boğuk bir sesle "Pes!" dedi ve Tom onun ayağa kalkmasına izin verip sonra da:
"Artık sana ders olsun bu," dedi. "Bir dahaki sefere kime diklendiğine dikkat et."
Yeni oğlan üstündeki başındaki tozu silkeleye silkeleye uzaklaşmaya başladı; ağlıyor, burnunu çekiyor ve zaman zaman arkasına bakıp başını tehditkârca sallayarak "bir daha eline geçirirse" Tom'a neler yapacağını söylüyordu. Tom da onun komik taklidini yaparak yanıt verdi ve neşesi yerine gelmiş bir halde yola koyuldu; o arkasını döndükten hemen sonra yeni oğlan bir taş alıp fırlattı ve onu sırtından vurdu, ardından hemen dönüp var gücüyle kaçmaya başladı. Tom haini evine kadar kovaladı ve böylece nerede oturduğunu da öğrenmiş oldu. Bir süre kapıda mevzilenip düşmana "erkeksen çık" dercesine durdu; ama düşman pencereden dil çıkarmakla yetinip dışarı çıkmamayı tercih etti. En sonunda düşmanın annesi göründü ve Tom'a kötü, terbiyesiz, pis bir çocuk olduğunu söyleyip gitmesini emretti. Tom da gitti, ama giderken o çocuğun "dersini vermek" için "geleceğini" söylemeyi ihmal etmedi.
O gece eve bayağı geç vardı ve büyük bir dikkatle pencereye tırmanıp içeri girdiğinde teyzesinin kurduğu pusuya düştü; teyzesi üstünün başının halini görünce. Cumartesi tatilinde onu esaret altında tutup ağır işte çalıştırma kararı artık tamamen kesinleşti.
Cumartesi sabahı gelmişti ve yaz mevsimindeki dünya aydınlık ve tazeydi, hayatla dolup taşıyordu. Herkesin yüreğinde bir türkü dolanıyordu; hele yürek tazeyse türkü dudaklara dek ulaşıyordu. Her yüzde neşe, her adımda canlılık vardı. Akasyalar açmış, çiçeklerin hoş kokuları her yanı kaplamıştı.
Köyün arkasında yükselen Cardiff Tepesi yemyeşildi. Biraz da uzakta olduğundan tam bir düşler ülkesi gibi görünüyordu, öyle hülyalı, huzur verici, davetkârdı.
Tom, elinde bir kova badana kireci ve uzun saplı bir fırçayla kaldırımda belirdi. Çite şöyle bir bakınca tüm neşesi uçup gitti, ruhuna derin bir hüzün çöktü. Yirmi beş metre uzunluğunda, üç metre yüksekliğinde tahta bir çit! Hayat boş, kendisinin varlığı da bir yükten ibaretti adeta. İçini çekerek fırçayı kovaya daldırdı, en tepedeki tahtaya sürdü; aynı işlemi tekrarladı; bir daha yaptı; koca bir kıta gibi duran henüz badana vurulmamış çit ile incecik badanalı şeridi kıyasladı ve cesareti kırılarak bir kütüğün üstüne çöktü. Jim elinde bir demir kovayla "Buffalo Kızları"nı söyleyerek kapıdan seğirtti. Meydandaki kuyudan su taşımak daha önce Tom'a nefret edilesi bir iş gibi görünürdü, ama bu kez hiç de öyle görünmedi. Tulumbanın başında başkalarının da olduğunu hatırladı. Beyaz, melez ve zenci oğlanlarla kızlar hep orada sıraya girerdi, iyice bir soluklanır, oyuncaklarını değiş tokuş eder, dalaşır, boğuşur, bir sürü şamata çıkarırlardı. Ayrıca kuyu sadece yüz elli metre uzakta olmasına rağmen Jim'in bir kova suyu asla bir saatten erken getirmediğini, hatta genellikle birinin onun arkasından gitmesi gerektiğini de o an anımsadı.
"Hey, Jim," dedi Tom. "Biraz badana yaparsan suyu ben getiririm."
Jim kaşlarını kaldırdı.
"Yapamam Sahip Tom. Çünkü Hanımefendi benim gitmem gerektiğini ve yolda durup kimseyle çene çalmamamı söyledi. Sahip Tom'un benden badana yapmamı isteyeceğini de söyledi, ama yoluma gitmeli ve kendi işime bakmalıymışım... 'gelip bakacakmış', onu da dedi."
"Sen boş ver onun ne dediğini Jim. O hep öyle der, ağzı alışmış bir kere. Ver kovayı... şıp diye gider gelirim. Haberi bile olmaz."
"Mümkün değil Sahip Tom. Hanımefendi kafamı koparır sonra. Vallahi de koparır ha."
"O mu! Hayatta da kimseyi dövmez ki o... Dikiş yüksüğüyle kafasına
vurur sadece, kim korkar ki bundan, ne olacak yani? Ağır laflar eder, ama laf canını yakmaz insanın... şey, yani tutup da ağlamaya başlamazsa. Jim, sana bir misket veririm. Hem de beyazından!"
Jim tereddüt etmeye başlamıştı.
"Beyaz misket, Jim! Hem de en beresizinden, nefis."
"Vay be! Ne de afili bir şeymiş! Ama korkuyorum Sahip Tom, ya Hanımefendi bir şey der de..."
"Bak istersen sana parmağımdaki yarayı da gösteririm."
Neticede Jim de bir insandı... bu kadar vaade dayanamadı. Kovayı yere bırakıp beyaz misketi aldı ve sargı bezi açıldıkça ortaya çıkan ayak parmağındaki yarayı görmek için ilgiyle eğildi. Bir an sonra Jim elinde kova, poposu yana yana can havliyle koşarak uzaklaşıyor, Tom var gücüyle badana yapıyor ve Polly Teyze elinde terliği, gözlerinde zafer parıltısıyla savaş alanından ayrılıyordu.
Ama Tom'un enerjisi pek uzun sürmedi. O güne planladığı eğlenceli şeyleri düşününce üzüntüsü kat be kat artıyordu. Çok geçmeden özgür çocuklar bin türlü harika keşiflere gitmek üzere sökün edecekler, çalışmak zorunda olduğu için onunla amansızca dalga geçeceklerdi - sırf bunu düşünmek bile içini yakıyordu. Tüm servetini çıkarıp baktı - oyuncak parçaları, bilyeler ve ıvır zıvır; İŞ değiş tokuşuna yetecek kadar çoktu belki, ama yine de yarım saatlik saf özgürlük almaya bile yetmezdi. Bu yüzden kıt geçim araçlarını cebine soktu ve çocukları satın alma fikrinden vazgeçti. Tam bu karanlık, umutsuz anda zihninde bir şimşek çaktı! Büyük, muhteşem bir fikir bulmuştu.
Fırçasını eline alıp sükunetle çalışmaya koyuldu. Çok geçmeden Ben Rogers köşeden çıktı; en çok bu çocuğun alaylarından çekinirdi Tom. Ben belli bir düzende hoplayarak yürüyordu - neşesinin yerinde olduğunun ve büyük şeyler yapmayı planladığının deliliydi bu. Bir yandan elma yerken, bir yandan da ahenkli bir sesle uzun uzun vuut yapıyor, sonra kalın sesli bir tın-tın-tın, tın-tın-tın'a geçiyordu; çünkü o sırada bir buharlı gemiydi kendisi. Yaklaştıkça hızı düşürdü, sokağı ortaladı, sancak tarafına doğru yattı, heybetli görünmek için büyük bir çaba harcayarak ağır ağır dönmeye başladı, çünkü Büyük Missouri gemisinin ta kendisiydi ve üç metre su çekiyordu. Aynı anda hem gemi, hem kaptan, hem de makine dairesi kampanasıydı, o yüzden kendini hem üst güvertede durmuş emir verirken hem de emirleri yerine getirirken hayal etmek zorundaydı.
"Makineler durdu, efendim! Ling-i-ling-ling." Artık karaya iyice
yanaşmıştı, yavaş yavaş kaldırımın hizasına geldi. "Biraz geri! Ting-i-ling-ling!" Kollarını dikleştirip iki yanına yapıştırmıştı. "Sancak tarafına doğru! Ting-i-ling-ling! Çov! Çı-çov-vov-çov!" Bu sırada sağ eli ağır ağır çember çiziyordu, çünkü on üç metrelik bir çarkı temsil ediyordu. "İskele tarafına! Lin-lin-lin! Çov-çı-çov-çov!" Sol el çember çizmeye başladı.
"Sancak tamam! Ting-i-ling-ling! İskele tamam! Dur! Dış taraf yavaş dönsün! Ting-i-ling-ling! Çov-ov-ov! Başa dikkat, başa dikkat! Haydi canlanın! Halatı atın... sen ne yapıyorsun orada? Babaya sıkıca dolayın, bir daha geçirin! Şunun yanında durun... tamam, bırakın! Makineler durdu efendim! Ling-i-ling-ling!"
"Fşşşt! Fşşt! Fşşt!"(kontrol için vanaları açıp kapıyorlardı).
Tom badanasına devam ediyor, buharlı gemiye hiç mi hiç ilgi göstermiyordu. Ben biraz onu seyrettikten sonra:
"N'apıyorsun?" dedi. "İşler pek fena berbat galiba, ha?"
Cevap gelmedi. Tom son fırça darbesinin yarattığı sonucu bir sanatçının gözüyle inceledi; sonra fırçayı hafifçe tekrar sürüp önceki gibi sonuca baktı. Ben tepesine dikilmişti. Elmayı görünce Tom'un ağzı sulandı, ama gık demeden işine devam etti. Ben tekrar konuştu:
"Selam dostum, çalışmak zorunda kaldın galiba ha?"
Tom irkilmiş gibi aniden arkasını döndü.
"Aaa, sen misin Ben! Geldiğini görmedim."
"Ben yüzmeye gidiyorum da. Sen de gelmek istemez miydin? Ama çalışmayı tercih ederdin elbette, değil mi? Tabii ederdin!"
Tom çocuğu şöyle bir süzdükten sonra sordu:
"Neye iş diyorsun ki sen?"
"Haydaa, bu iş değil mi?"
Tom badanasına devam ederken kaygısızca cevapladı:
"Belki öyledir, belki de değildir. Tek bildiğim Tom Sawyer'a uygun olduğu."
"Hadi canım sen de, hoşuna mı gittiğini söylüyorsun?"
Fırçanın hareketleri devam etti.
"Hoşuna gitmek mi? Niye hoşuma gitmesin ki? Çit badanalama fırsatı her gün karşısına çıkar mı insanın?"
Bu sözlerle işin rengi değişmişti. Ben elmasını dişlemeyi bıraktı. Tom fırçasını zarafetle ileri geri sürüyor, geri çekilip eserine bakıyor, şuraya
buraya birkaç fırça darbesi daha vuruyor, sonra durup tekrar eserini gözden geçiriyordu. Ben de onun her hareketini izliyor, gittikçe daha çok ilgileniyor, gittikçe daha çok kendini kaptırıyordu. Sonunda:
"Hey, Tom, versene biraz badana yapayım," dedi.
Tom bir süre düşündü, tam razı olacaktı ki, fikrini değiştirdi: "Olmaz, olmaz; bana kalırsa bu hiç iyi olmaz, Ben. Anla beni, Polly Teyze bu çit için çok titizleniyor... tam sokağa bakıyor çünkü... arka çit olsaydı hiç düşünmezdim, o da üzerinde durmazdı. Bu çiti çok önemsiyor işte, ne yaparsın. Çok özenli badanalanması lazım, bu işi tam istendiği gibi yapacak çocuk da binde bir çıkar, hatta iki binde bir çıkar herhalde."
"Yok canım... öyle mi? Yapma ya; ver bir deneyeyim, birazcık sadece. Ben olsam sana izin verirdim, Tom."
"Gerçekten vermek isterdim Ben, yalanım varsa canım çıksın; ama Polly Teyze... Jim yapmak istedi ama teyzem bırakmadı. Sid istediydi, onu da kabul etmedi. Neden benim seçildiğimi anlamıyor musun? Ya çite bir zarar verirsen, ya yanlış bir şey yaparsan..."
"Ya ne olur; ben de çok özenli yaparım. Hadi izin ver. Bak... istersen sana elmamın koçanını veririm."
"Şey, ben. Yok, Ben, verme, verme, kusura bakma..."
"Hepsini veririm!"
Tom yüzünde gönülsüzlük, ama içinde hevesle fırçayı teslim etti. Az önceki Büyük Missouri gemisi güneşin alnında çalışıp terlerken, emekli sanatçı da gölgede duran yakındaki bir fıçının üstüne oturup bacaklarını sarkıttı ve elmasını yerken başka kurbanların yolunu gözlemeye koyuldu. Doğrusu pek kıtlık da yoktu; ikide bir yeni çocuklar sökün ediyordu; dalga geçmeye geliyorlardı ama badana yapmak için kalıyorlardı. Ben bitkin düşene kadar, Tom sapasağlam bir uçurtma karşılığında sonraki sırayı Bily Fisher'a satmıştı; o da sırasını savınca Johnny Miller ölü bir fare ve fareyi sallamak için bacağına bağlanacak bir sicim karşılığında yerine geçti; saatler boyu bu böyle devam edip gitti. İkindi vakti geldiğinde, sabahki zavallı yoksul çocuktan eser kalmamış, Tom resmen servet içinde yüzmeye başlamıştı. Az önce söylediğim şeylerin yanı sıra on iki misketi, bir çene arpı parçası, ardından bakmak için mavi bir cam şişe dibi, lastik takılmış boş bir ip makarası, hiçbir kilidi açmayan bir anahtarı, bir tebeşir parçası, camdan içki şişesi tıpası, bir teneke askeri, bir çift iribaşı, altı çatapatı, tek gözlü bir yavru kedisi, pirinç bir kapı tokmağı, bir köpek tasması - ama köpeksiz - , bir bıçak sapı, dört parça portakal
kabuğu ve çürümeye yüz tutmuş bir pencere pervazı vardı.
Üstelik tüm bu zaman boyunca aylaklık edip hoş vakit geçirmişti, yanında arkadaştan bol bir şey yoktu, ayrıca çitin üzerinde üç kat badana vardı! Eğer kovadaki kireç bitmeseydi köydeki tüm oğlanları iflas ettirecekti.
Tom, hayat o kadar da boş değilmiş, dedi kendi kendine. İnsanı harekete geçiren kanunların en büyüklerinden birini keşfetmişti: Bir adamın ya da çocuğun bir şeyi çok istemesini sağlamak için o şeyi erişilmesi güç bir hale getirmek yeter. Tom da bu kitabın yazarı gibi büyük ve bilge bir filozof olsaydı, iş denen şeyin mecburen yapılan bir şey, oyunun ise mecburen yapılmayan şey olduğunu anlayabilirdi. Bu da, neden yapay çiçek yapmanın ya da ipte cambazlık etmenin çalışmak, kuka devirmenin ya da Mont Blanc'a tırmanmanın eğlence olduğunu anlamasına yardımcı olurdu. İngiltere'de bazı zengin beyefendiler yazları dört atlı arabalarla günde yirmi-otuz mil yolculuk ederler, çünkü bu ayrıcalık onlara epeyce paraya mal olur; ama birisi çıkıp da onlara bu iş için ücret önerseydi artık yaptıkları şey çalışmak olurdu ve derhal istifa ederlerdi.
Dünyasında meydana gelen bu somut değişimi zihninde iyice evirip çeviren Tom, haberleri vermek üzere karargâha doğru hareket etti.
Tom gidip Polly Teyze'nin karşısına çıktı. Polly Teyze arka taraftaki hem yatak odası, hem kahvaltı ve yemek odası, hem de kütüphane olarak kullanılan şirin mi şirin bir odada açık pencerenin önünde oturuyordu. Nefis yaz havası, huzur verici sessizlik, çiçeklerin kokusu ve arıların uyku veren vızıltısı etkisini göstermiş ve başı elindeki örgüye doğru düşmüştü, çünkü yanında sadece kedi vardı ve o da kucağında uyuyup kalmıştı. Gözlüğünü yukarı itip kır saçlarının üstüne yerleştirerek sağlama almıştı.. Tom'un çoktan kaçıp gittiğini sanıyordu ve böyle kuzu kuzu gelip teslim olduğunu görünce cesareti karşısında şaşıp kaldı.
"Şimdi gidip oynayabilir miyim, teyze?" dedi Tom.
"Ne, şimdiden mi? Ne kadarını yaptın işin?"
"Hepsini yaptım teyze."
"Bana yalan söyleme Tom, dayanamam."
"Yalan değil, teyze, hepsini yaptım."
Polly Teyze lafa bakıp da kanacak türden bir insan değildi. Kendi gözleriyle görmek için dışarı çıktı; Tom'un söylediğinin beşte biri doğru olsa bile memnun kalacaktı. Tüm çitin badanalanmış, hatta badanalanmakla kalmayıp üstünden iki kez kat çekilmiş, hatta yere de bir çizgi eklenmiş olduğunu gördüğünde şaşkınlığına diyecek yoktu doğrusu.
"Ay, gözlerime inanamıyorum! İşin doğrusu, canın isterse pek de sıkı çalışıyormuşsun, Tom." Ama fazla da övmüş olmamak için ekledi: "Gerçi ayda yılda bir canın istiyor ya. Tamam, hadi git oyna; ama bundan sonra hafta içi vaktinde eve dönsen iyi edersin, yoksa değneği elime alırım."
Tom'un başarısının göz kamaştırıcılığından öyle etkilenmişti ki onu dolaba götürüp bir tane en güzelinden elma seçip ona verdi, ama tabii günaha başvurmadan dürüstçe çabalarla elde edilen yiyeceklerin daha lezzetli ve kıymetli olduğuyla bir nutuk atmayı ihmal etmedi. Kutsal Kitap'tan münasip alıntılarla nutkunu bitirirken, Tom bir tane de çörek aşırdı.
Dışarı seğirttiğinde Sid'in ikinci kattaki arka odalara çıkan dış merdivenden tırmanmakta olduğunu gördü. Elinin altında toprak topakları vardı, göz açıp kapayıncaya kadar havada uçuşmaya başladılar. Topaklar Sid'e doğru dolu fırtınası gibi hücum etti ve Polly Teyze şaşkınlığından kurtulup Sid'i kurtarmak için fırlayana kadar altı-yedi tanesi vereceği zararı vermiş, Tom da çitin üstünden aşıp gitmişti. Bahçe kapısı da vardı, ama genellikle Tom'un çok acelesi olduğundan kapıyı kullanmazdı. Siyah ipliği hatırlatıp başını belaya sokan Sid'le de hesabını görmüş olduğundan gayet huzurluydu.
Tom köşeyi dönüp teyzesinin inek ahırının arkasından geçen çamurlu yola girdi. Yakalanma ve ceza alma ihtimalinin kalmadığı emniyetli topraklara ulaşmıştı artık, önceden sözleşerek savaşmak üzere bir araya gelmiş iki ordunun konuşlanmış olduğu köy meydanına koştu. Ordulardan birinin generali Tom, diğerininki(can dostu) Joe Harper'dı. Bu iki büyük kumandan şahsen savaşa katılmadılar - bu daha düşük rütbelilere uygun bir şeydi - birlikte bir tümseğe oturup yaverleri aracılığıyla emirlerini ileterek harekâtı yönettiler. Tom'un ordusu kıran kırana bir muharebe sonucunda büyük bir zafer kazandı. Ölüler sayıldı, esir değiş tokuşu yapıldı, bir sonraki çatışma sebebi üzerinde anlaşıldı ve mecburen yapılacak savaşın günü belirlendi; ondan sonra ordular sıraya geçip uygun adım uzaklaştılar, Tom da tek başına eve doğru yollandı.
Jeff Thatcher'ın oturduğu evin önünden geçerken bahçede hiç
tanımadığı bir kız gördü; uzun sarı saçları iki örgü yapılmış bu mavi gözlü tatlı varlık beyaz bir yazlık elbisenin altına işlemeli bir uzun paçalı don giymişti. Yeni zafer kazanmış kahraman tek bir kurşun atamadan düştü. Amy Lawrence adlı başka bir kız gönlünden silinip gitti ve ardında en ufak bir hatıra bile bırakmadı. Onu deli gibi sevdiğini sanıyordu; aşkını bir nevi tapınma saymıştı; ama şimdi, uçup giden önemsiz bir duyguydu. Amy'nin kalbini kazanmak için aylarca uğraşmıştı, kız aşkına karşılık vereli bir hafta olmuştu daha; yedi kısacık gün için dünyanın en mutlu ve gururlu çocuğuydu, ama şimdi bir an içinde, gelip geçen herhangi bir yabancı gibi çıkıp gitmişti gönlünden.
Tom mest olmuş bir halde yeni meleğini kaçamak bakışlarla seyretti bir süre. Ama sonra kızın da kendisini gördüğünü fark etti. Ardından, onun varlığının farkında bile değilmiş pozunda, kızın hayranlığını kazanmak için her türlü saçma sapan çocukça yollardan gösteriş yapmaya başladı. Bu aptalca acayip şeyleri biraz sürdürdü; ama tehlikeli bir akrobasi numarasının tam orta yerinde yan gözle o tarafa baktığında küçük kızın eve doğru ilerlediğini gördü. Tom yaklaşıp kederle çite yaslandı. Kızın biraz daha oyalanacağına inancını yitirmeden bakıyordu. Kız basamaklarda bir an durdu, sonra kapıya doğru gitti. Kız kapının eşiğine basınca, Tom derin bir of çekti; ama sonra aniden yüzü aydınlandı, çünkü gözden kaybolmadan hemen önce elindeki menekşeyi çitin öbür yanına atmıştı.
Tom hemen o tarafa koşup çiçeğe bir iki adım kala durdu, ardından elini gözüne siper edip ilginç bir şey görmüş gibi sokağın ucuna baktı. Yerden bir çöp aldı ve başını olabildiğince geriye yatırarak burnunun ucunda dengede tutmaya çalıştı. Dengede kalmak için yan yan giderken menekşeye de yaklaşıyordu. Nihayet çıplak ayağını menekşenin üstüne koydu, kıvrak parmaklarıyla yakaladı ve hâzinesiyle birlikte hoplaya hoplaya köşeyi dönüp kayboldu. Ama sadece bir an için, çiçeği ceketinin iç tarafına, kalbinin üstüne yerleştirecek kadar; ama belki de midesinin üstüne yerleştirmişti, çünkü anatomi bilgisi pek fazla değildi ve zaten pek de titiz olduğu söylenemezdi.
Sonra geri döndü ve akşam oluncaya kadar gösterilerine devam etti, ama kız bir daha ortaya çıkmadı; gerçi Tom bir süre onun pencerenin arkasında durduğu ve yaptıklarını izlediği umuduyla kendini avuttu. Nihayet kafacığında kavak yelleri eserek gönülsüzce eve gitti.
Akşam yemeği boyunca neşesi öyle yerindeydi ki teyzesi "bu oğlana neler olmuş" diye düşünüp durdu. Sid'e topakları attığı için iyi bir azar
işitti, ama laflar bir kulağından girip ötekinden çıkıyormuş gibiydi. Teyzesinin burnunun dibinde şeker aşırmaya kalkınca teyzesi eline vurdu.
"Ama Sid aşırınca vurmuyorsun Teyze," dedi.
"Sid senin gibi eziyet etmiyor ki insana. Gözümü senden ayırsam masada şeker bırakmazsın."
Polly Teyze mutfağa gittiğinde Sid dokunulmazlığın tadını çıkarmak için şeker kâsesine uzandı, aklı sıra Tom'a nispet yapıyordu ki bu da kesinlikle tahammül edilemez bir şeydi. Ama kâse Sid'in parmaklarının arasından kayıp yere düşerek kırıldı. Tom sevinçten uçacaktı neredeyse. Öyle bir saadet içindeydi ki dilini tutup sessiz kalmayı bile becerdi. Tek kelime etmeyeceğini söyledi kendi kendine. Teyzesi geldiğinde bile susacak, uslu uslu oturacaktı. Ancak bu işi kimin yaptığı sorulunca Tom konuşacaktı ve işte o zaman şu usluluk örneğinin layığını bulmasını seyretmeye doyum olmayacaktı. Öylesine içi içine sığmıyordu ki yaşlı kadın geri gelip enkazın başında gözlüğünün üzerinden gazap şimşekleri saçarken, kendini zor tuttu. "İşte geliyor!" dedi kendi kendine. Bir an sonra yere serilmişti! O güçlü el ikinci bir tokat için kalktığı sırada Tom bağırdı:
"Dur bakalım, neden bana vuruyorsun? Sid kırdı!"
Polly Teyze duraladı, eli havada donup kalmıştı. Tom şefkat ve telafi umuduyla beklemeye koyuldu. Ama kadının dili tekrar çözüldüğünde sadece şöyle dedi:
"Hıh! Gene de boş yere kötek yememişsindir. Ben yokken kesin başka bir yaramazlık yapmışsındır."
Sonra vicdan azabı çekmeye başladı. Kadıncağızın gönlünden şefkatli, tatlı bir şeyler söylemek geçiyordu, ama bunun yanıldığını itiraf etmek olacağı kanaatine vardı; disiplin anlayışında böyle şeylere yer yoktu. Bu yüzden dilini tuttu ve içi kan ağlayarak işine devam etti. Tom suratını asarak bir köşede oturuyor, dertlerinin tadına varmaya çalışıyordu. Teyzesini dize getirmiş olduğunun farkındaydı ve bundan buruk bir memnuniyet duyuyordu. Aralarındaki bu gerilimi azaltmak için bir şey yapmamaya, teyzesinin hamlelerine de kulak asmamaya kararlıydı. Islak gözlerin buğusunun ardından hasret dolu bakışların kendisine yöneldiğini hissediyor, ama hissettiğini belli etmemekte diretiyordu. Kendisini hastalanmış, ölüm döşeğinde yatarken hayal etti: Teyzesi üzerine eğilmiş, tek bir bağışlama sözü duyabilmek için yalvar yakar oluyordu, ama Tom yüzünü duvara dönecek ve o sözü söylemeden ölecekti. O
zaman ne hissedecekti bakalım? Sonra nehirden ölüsünün getirildiğini canlandırdı kafasında; bukle bukle saçları sırılsıklamdı, zavallı elleri bir daha hiçbir şeyi tutamayacaktı, yaralı kalbi huzura ermişti. Teyzesi nasıl da üzerine kapanacak ve gözyaşları nasıl sel gibi akacaktı, çocuğu geri vermesi için Tanrı'ya yakaracaktı, onu bir daha hiç ama hiç incitmeyeceğine yemin edecekti! Ama Tom bembeyaz kesilmiş, kaskatı yatacak ve hiçbir hayat belirtisi göstermeyecekti - nihayet acıları dinmiş zavallı küçük cefakâr. Bu acıklı hayallerin tesiriyle öyle duygulanmıştı ki yutkunup duruyordu, neredeyse boğulacaktı; gözleri buğulanmış, yaşlarla dolmuştu ve her göz kırpışında taşıyor, burnunun ucundan damlıyordu. Dertlerini pışpışlamak o kadar nefis, o kadar kıvanç vericiydi ki hiçbir dünyevi neşe ya da çiğ bir mutluluğun bunu bozmasına tahammül edemezdi. Öyle şeylerle yan yana duramayacak kadar kutsaldı dertleri. Bu yüzden, kısa süre sonra kuzeni Mary çiftlikte geçirdiği sonsuz haftanın ardından evi görmenin sevinciyle dolup taşarak içeri girince Tom yerinden kalktı; Mary bir kapıdan şarkı ve günışığı getirirken, o da diğer kapıdan çıkıp bulutların ve karanlığın içine karıştı.
Oğlanların hep gittiği bildik yerlerden uzaklaşıp, ruhuyla uygun düşen ıssız yerler aradı. Nehirdeki bir sal onu davet eder gibiydi, salın bir ucuna oturup nehrin kasvetli genişliğine baktı, keşke boğulabilseydi, ama tabiatın tatsız işlemlerinden geçmeden, bir çırpıda ve farkına bile varmadan. Derken çiçeği düştü aklına. Buruşmuş, solmuş çiçeği eline aldığında kasvetli saadeti son haddine vardı. Acaba bilse ona acır mıydı, diye düşündü. Ağlar mıydı, kollarını boynuna dolayıp onu avutabilmek ister miydi? Yoksa şu beyhude dünyadaki herkes gibi o da soğuk bir edayla başını öbür yana mı çevirirdi? Bu tablo içindeki tatlı kederi öyle bir acıttı ki tekrar tekrar aklından geçirdi, farklı yeni açılardan tekrar kafasında kurdu, kabak tadı verinceye kadar yaptı bunu. En sonunda içini çekerek kalktı ve karanlığın içine karıştı.
Dokuz buçuk on sularında Tom, Tapındığı Meçhul Varlık'ın oturduğu boş sokağa girdi; birkaç saniye duraladı; dikkat kesilmiş kulaklarına hiçbir ses ulaşmadı; ikinci kattaki bir pencerenin perdesine bir mumun donuk ışığı vuruyordu. O kutsal varlık orada mıydı, acaba? Çiti tırmandı, bitkilerin arasından gizlice ilerledi ve pencerenin altında durdu. İçini çekerek hisli hisli yukarı baktı. Ardından pencerenin dibinde yere sırtüstü uzandı, zavallı solmuş çiçeği tutan ellerini göğsünün üstünde kavuşturdu. İşte böyle ölecekti... buz gibi havada, kimsesiz başının üstünde bir dam bile olmadan, alnındaki ölüm terini silecek bir dost eli olmadan, büyük acıyı
tatma anı geldiğinde şefkatle üzerine eğilecek sevgi dolu bir yüz olmadan. Parlak sabahı karşılamak için penceresini açtığında o da Tom'u böyle görecekti işte! Ah, bir damla gözyaşı dökecek miydi zavallı cansız bedeninin üstüne, bu pırıl pırıl taze hayatın korkunç bir felakete uğraması, vakitsiz kesilivermesi karşısında azıcık içini çekecek miydi?
Pencere açıldı, bir hizmetçinin cırtlak sesi kutsal sükuneti bozdu, yukarıdan inen bir tufan zavallı aşk şehidinin naaşını tepeden tırnağa ıslattı.
Boğulacak gibi olan kahramanımız burnundan su püskürterek yerinden fırladı. Havada uçan bir şeyin vızıltısı usul bir küfre karıştı, bir cam kırılacak gibi titreşti ve belli belirsiz ufak bir şekil çiti aşıp karanlığın içinde kayboldu.
Çok geçmeden Tom yatmak için üstünü değişmiş, sırılsıklam kıyafetlerini kandil ışığında incelerken Sid uyandı; ama aklına "bir takım laf dokundurmaları" geldiyse bile, aklını başına toplayıp sükunetini korudu, çünkü Tom'un gözlerinde tehlikeli bakışlar vardı.
Tom bir de dua etme sıkıntısını atlatmış olarak, eziyetine katlanmadan uykuya daldı. Sid onun bu savsaklamasını aklının bir köşesine yazdı.
Sessiz sakin bir dünyaya doğan güneş, huzur içindeki köyün üstünde bir nimet gibi parıldadı. Polly Teyze kahvaltıdan sonra aile ibadetini gerçekleştirdi. En temelden itibaren Kutsal Kitap alıntılarını üst üste koyup ince bir orijinallik çimentosuyla pekiştirerek yükseltilen bir dua ile başladı ibadete. Bu binanın tepesine varınca da, Sina Dağı'na varmışçasına Musevi Şariatı'na dair taş gibi sert bir bölüm okudu.
Ondan sonra Tom, tabiri caizse, göz nuru dökerek İncil ayetlerini ezberine alma çalışmalarına girişti. Sid dersini günler önce yapmıştı. Tom tüm enerjisini beş ayet ezberlemeye vakfetti. Beş ayeti de Dağdaki Vaaz'dan seçmişti, çünkü en kısa ayetler bu bölümdeydi. Yarım saat sonra Tom dersi hakkında çok belirsiz ve genel bir fikir edinmişti, çünkü zihni insan düşüncesinin tüm alanlarına dağılmıştı ve elleri dikkat dağıtıcı işlerle meşguldü. Mary kitabı elinden alıp ezberden okumasını istediğinde sisin içinde yolunu bulmaya çalıştı:
"Ne mutlu r...r..."
"Ruhta"...
"Hah... ruhta; ne mutlu ruhta... e...e..."
"Fakir olanlara..."
"Fakir olanlara; ne mutlu ruhta fakir olanlara; çünkü... çünkü..."
"Göklerin..."
"Çünkü göklerin. Ne mutlu ruhta fakir olanlara; çünkü göklerin melekûtu onlarındır. Ne mutlu yaslı olanlara; çünkü... onlar..."
"ttt..."
"Çünkü onlar... att..."
"T, E, S..."
"Çünkü onlar T, E... Off, ne olduğunu bilmiyorum işte!"
"Teselli!"
"Hah, teselli! Çünkü onlar teselli... tes... olacak mı... eee... yaslı olacaklara ne mutlu... ne mutlu yaslı olanlara... çünkü onlar teselli... eee... NE? Neden söylemiyorsun Mary?.. ne diye adilik ediyorsun ki?"
"Adilik ettiğim filan yok, Tom, zavallı kalın kafalım benim. Ben öyle şeyler yapmam. Haydi al da tekrar ezberle. Hemen cesaretin kırılmasın, Tom, başaracaksın. Ezberlersen sana çok güzel bir şey vereceğim. Haydi bakalım, akıllı bir çocuksun sen."
"Tamam! Ama ne vereceksin Mary, ne olduğunu söylesene."
"Hiç merak etme Tom. Biliyorsun ki güzel diyorsam güzeldir."
"Eminim öyledir Mary. Pekala, tekrar bir deneyeyim."
Gerçekten de tekrar denedi ve merak ile beklentinin çifte baskısı altında öyle bir gayret gösterdi ki parlak bir başarı elde etti. Mary ona on iki buçuk sentlik gıcır gıcır bir "Barlow" marka bıçak verdi. Tom'un öyle bir sevinç dalgasına kapıldı ki bedeni kökten sarsıldı. Doğru, bıçak hiçbir şey kesmiyordu, ama "sahici" Barlow'du, yani akla hayale sığmayacak kadar heybetliydi. Gerçi böyle kesici ve delici silahların inandırıcı bir şekilde taklit edilebileceğine çocukların nasıl olup da inandığı büyük bir sırdır ve belki de daima sır olarak kalacaktır. Tom bıçakla dolabı çizmeyi tasarlıyordu. Başlangıç olarak çekmecelere yönelmişti ki, pazar okulu için giyinmesi söylendi.
Mary ona bir demir leğen dolusu su ve bir kalıp sabun verdi. Tom dışarı çıkıp kovayı oradaki küçük sıranın üstüne koydu, sonra da sabunu suya batırıp onun yanına bıraktı; kollarını sıvadı; suyu usulca yere döktü ve ardından mutfağa girip kapının ardındaki havluyu alıp var gücüyle
yüzünü kurulamaya başladı. Ama Mary havluyu elinden aldı.
"Hiç utanmıyor musun Tom. Bu kadar haylaz olma. Su sana bir zarar vermez."
Tom bu işe birazcık bozulmuştu. Leğen yeniden dolduruldu ve bu kez Tom leğenin başında bir süre durup cesaretini toplamaya çalıştı, sonra derin bir nefes alıp işe koyuldu. İki gözü de kapalı bir halde el yordamıyla havlu arayarak tekrar mutfağa girdiğinde, yüzünden damlayan sabun köpükleri ve suların gurur verici kanıtıyla gelmişti. Ama yüzü havlunun içinden çıktığında, gene sıyrılamadı bu işten, çünkü temiz bölge çenesinin altında ve avurtlarının ardında bitiyordu, maske gibi duruyordu. Bu hattın aşağısında ve gerisinde su görmemiş koyu kir boynunu çepeçevre kaplamıştı. Mary kontrolü eline aldı, işini bitirdiğinde artık renk farkı ortadan kalkmış, Tom tam tekmil bir oğlana dönüşmüştü; gür saçları güzelce taranmış, kısa bukleleri iki yanda zarifçe simetrik olarak yerleştirilmişti. (Buklelerini gizlice düzeltti, epeyce çabalayarak zorlukla bunu başardıktan sonra da saçlarını kafasına yapıştırmaya çalıştı, çünkü bukleler kızlara göreydi ve kendi bukleleri yüzünden hayata küserdi kimi zaman.) Mary iki yıldır sadece Pazar günleri kullanılan takımı çıkardı - bunlara "öteki takım" deniyordu ki buradan da Tom'un gardırobunun büyüklüğünü anlayabiliriz. Tom giyindikten sonra Mary ona iyice bir çeki düzen verdi. Tiril tiril ceketinin düğmelerini çenesinin altına kadar ilikledi, gömleğinin geniş yakasını omuzlarına doğru yatırdı, orasını burasını fırçaladıktan sonra tepesine de benekli bir hasır şapka kondurdu. Artık Tom muntazam ve çok da rahatsız bir görünüm kazanmıştı. En az göründüğü kadar da rahatsızdı, çünkü bu takımın içinde, tertemiz bir halde boğulacak gibi oluyordu. Mary'nin ayakkabıları unutacağını umdu, ama gene umudu boşa çıktı: Mary adet olduğu üzere ayakkabılara don yağıyla güzelce cila çekip Tom'un önüne koydu. Artık tepesi atan Tom, istemediği her şeyin kendisine zorla yaptırıldığını söyledi. Ama Mary ikna edici bir sesle,
"Lütfen, Tom... uslu bir çocuktun sen," dedi.
Tom homurdanarak ayakkabılarını giydi. Biraz sonra Mary de hazırlandı ve üç çocuk Pazar okuluna doğru yola çıktılar. Tom oradan tüm kalbiyle nefret ediyordu, ama Sid ve Mary seviyorlardı.
Pazar okulu dokuzdan on buçuğa kadar sürüyordu ve ondan sonra kilise ayini başlıyordu. Çocuklardan ikisi daima ayin için gönüllü olarak kalırdı ve üçüncüsü de daima kalırdı - ama daha güçlü sebeplerle. Kilisenin yüksek arkalıklı, mindersiz sıraları üç yüz kişi alıyordu; bina