Bütün bu olaylar gelişirken, daha çok bilgi almak adına New York'a gitmiştim. Araştırmalarımı yaparken kısa sürede şehirde tanınan biri olmuştum. Bir doğa bilimci olarak söylemlerime çok değer veriliyor, yorumlarım birçok kişinin ilgisini çekiyordu.
Ben de Pierre Aronnax olarak olaylar karşısında sessiz kalamazdım. Bütün notlarımı toparlayarak 30 Nisan günü New York Herald gazetesinde yayınlanan bir makale yazdım.
Makalemin yarattığı etki büyük olmuş ve bilim çevreleri bu müthiş deniz canavarının yok edilmesi gerekliliği fikrinde birleşmişti. Devlet de bu fikri desteklediği için New York da canavarı yok etmek üzere hummalı bir çalışma başlamıştı. Denize çıkılacak ve canavar kendi ortamında alt edilecekti.
Bu önemli görev, Birleşik Devletlerin en güçlü gemisi Abraham Lincoln'a verilmişti. Geminin kaptanlığını deneyimli deniz komutanı Farragut yapacak ve üst düzey yetkililerden istediği kadar cephane alabilecekti.
Kısa süre sonra bütün hazırlıklar tamamlanmıştı. Ancak canavar sanki olanları görüp, yakalanacağından haber almışçasına ortadan yok olmuştu. Bu yüzden gemi hazır vaziyette limanda bekledi.
Sonunda San Fransisko ile Şangay arasında sefer yapan Tampico gemisinden gelen haber herkesi heyecanlandırdı. Gemi çalışanları, canavarı büyük okyanusun kuzeyinde görmüştü. Bu haber üzerine Abraham Lincoln gemisi yirmi dört saatte çıkış için hazır duruma getirilmişti. Gemi limandan ayrılmadan üç saat önce söyle bir mektup aldım.
Sayın Aronnax,
Bildiğiniz üzere Abraham Lincoln Gemisi, denizlerimizde huzur bırakmayan büyük canavarı yok etmek üzere yola çıkacaktır. Yola çıkma zamanı gelmiştir. Eğer bu sefere katılarak engin bilgilerinizle Kaptan Farragut ve mürettebatına yardımcı olmak isterseniz, emrinize bir kamara ayrıldığını bilmenizi isteriz. Devletimiz, sizin Fransa'yı temsil etmenizden ve uluslar arası bu sorunun çözümü için yardımlarınızdan çok memnun kalacaktır.
Gerekli tüm talimatlar komutan Farragut'a iletilmiştir.
Saygılarımla,
J.B. Hobson,
Birleşik Devletler Denizcilik Sekreteri.
J.B. Hobson'dan gelen bu mektubu aldığımda oldukça yorgundum ama bu deniz canavarının peşinden gitmek işimin bir parçasıydı. Çünkü doğayı ilgilendiren, ciddi ve ilginç bir konuydu.
Bütün olayları başından sonuna kadar hızlıca düşündüm ve bu yolculuğa çıkma fikrine hemen ikna oldum. Bunun üzerine, on senedir yanımda olan ve bana hala siz diye hitap eden otuz yaşlarındaki sadık yardımcım Conceil'i çağırdım.
Böyle bir yolculuğa çıkmak cesaret isteyen bir işti. Yardımcımın bu konuda ne düşüneceğini merak ettiğimi hissettirmeden konuşmaya başladım:
"Sevgili Conceil, hemen çantalarımızı hazırla, iki saate kadar uzun ve zorlu bir yolculuğa çıkıyoruz!"
Conceil, bu yolculuğun yönü ya da nedeni ile ilgili hiçbir merak işareti göstermeden sakin bir tavırla cevap verdi.
"Efendim nasıl arzu ederse."
Onun bu telaşsız tavrı karşısında elimde olmadan bir miktar sinirlenerek bir konuşma başlattım:
"Yalnız acele et, çok fazla vaktimiz yok, iki saate kadar kalkacak olan bir gemiye yetişeceğiz. Çantalara sadece gerekli olan eşyaları koy. Çabuk ol."
"Elbette efendim, peki koleksiyonlarınız ne olacak?"
"Onlarla daha sonra ilgileniriz."
"Nasıl yani? Efendim, Archioterium'ları, Cheropotamus'ları, Hydracotherium'ları ve diğer hayvan iskeletlerini feda mı edecek?"
"Hayır Conceil, sevgili oğlum, feda etmeyeceğiz. Onları sadece bir süre için otelde muhafazaya aldıracağız."
"Peki efendim, ya Hint domuzunuz?"
"Onu da otelde bırakacağız, ne de olsa arka bahçede bakılıyor. Biz gelene kadar bakmaya devam ederler. Ya da tüm eşyalarımızın Fransa'ya gönderilmesini sağlayacağım."
Conceil, biraz kararsız ve olanları anlamaya çalışan bir ifadeyle bir iki saniye bana baktı. Sonra durum hakkında bilgi almak ister bir ses tonuyla tekrar söze girdi.
"Galiba efendim Fransa'ya dönmek istemiyorlar?"
"Eve döneceğiz çocuğum, ama önce okyanusta biraz dolaşmamız gerekecek."
"Nasıl arzu ederseniz, hemen hazırlıkları yapayım."
"Fransa'ya dönmek için seçtiğim yol uzun ve oldukça meşakkatli. Denizlerde karşılaşılan meçhul canavarın peşine düşecek olan Abraham Lincoln gemisine bineceğiz."
Yolculuğumuzun sebebini söylememe rağmen, yardımcımın hiçbir telaş belirtisi göstermemesi beni şaşırtmıştı. Bu genç adamın içinde olduğumuz durumun şartlarını tam olarak anlaması ve kendimi hiç düşünmeden içine attığım bu macerada benimle gelmek konusunda kendi kararını vermesi için durumu tam olarak izah etmek istedim.
"Bu yolculukta neyle karşılaşacağımız belli değil, üstelik belki de bütün okyanusları dolaşmamız gerekecek. Ne pahasına olursa olsun o canavarı bulana kadar yolumuza devam edeceğiz. Eve dönmemiz çok uzun zaman alabilir. Gemimizin çok yetenekli ve gözü pek bir kaptanı var. Yine de, bu yolculuk şerefli olduğu kadar da tehlikeli bir macera. Benimle birlikte gelmek konusundaki kararını sana bırakıyorum."
Conceil, sakinliğinden hiçbir şey kaybetmeden gülümseyerek cevapladı.
"Efendim nasıl isterse."
"Çok teşekkürler evlat. Ancak bu konu bugüne kadar yaşadığımız her şeyden farklı. Senden bu güne kadar hiçbir şey gizlemedim. Belki de çıkacağımız bu yolculuğun sonu olmayacak. Bu yüzden kendi hayatını düşünerek cevap vermelisin. "
"Efendim nasıl bir karar almış olursa olsun, onun peşinden gitmek benim için onurdur. Lütfen benim için endişelenmeyin. Ne kadar ciddi bir tehlikede olursak olalım, dünyada sizin yanınızdan daha güvende hissedeceğim bir yer yok. Sizinle gelmeyi yürekten istiyorum."
"Teşekkür ederim oğlum. Ben de senin gibi bir yardımcı ile çalışmaktan her zaman gurur duydum. Karar verdiğimize göre hazırlan bakalım, canavar bizi bekliyor!"
Bu konuşmalar beni oldukça duygulandırmış ve Conceil ile olan ilişkimizi dostluk yolunda ilerletmişti. Bu duygusallık heyecanımızı daha da arttırdı ve hemen işe koyulduk. Yarım saat sonra otelden ayrılmak için hazırdık. Yardımcım çok seri bir şekilde yanımızda götürmemiz gerekenleri valizlere koymuş, Fransa'ya gönderilmesi gerekenleri güzelce paketleyip üzerlerine adresleri yazmıştı. Otelde kalacak olan Hint
domuzumun bakımı için lobiye yüklüce bir miktar para bıraktıktan sonra, aceleyle bir arabaya binerek limana doğru yola çıktık.
Limana vardığımızda, gemimiz bütün heybetiyle çıkışa hazır halde bekliyordu. Limanda muazzam bir kalabalık bizleri bu şerefli ve tehlikeli görev için uğurlamaya gelmişti. Kalabalığın arasından zorlukla geçerek gemiye çıktık. Vardığımızda bizi karşılayan tayfalar valizlerimizi taşıyarak bizi kamaramıza götürdü.
Eşyalarımızı kamaraya bıraktıktan sonra güvertenin ön tarafına gittim. Orada geminin hem kaptanlığını, hem de komutanlığını yapacak olan Bay Farragut bana elini uzatarak ilk konuşmamızı başlattı:
"Bay Pierre Aronnax mı?"
"Evet efendim, benim. Siz de geminin kaptanı ve kumandanı Bay Farragut olmalısınız?"
"Evet efendim, gemimize hoş geldiniz. Sizin gibi bir bilim insanının bu önemli görevde yanımızda olmasından onur duyacağız."
"Övgüleriniz için çok teşekkür ederim. Ben de bu tehlikeli görevde kendimin ve yardımcımın hayatını, sizin kadar tecrübeli ve yetenekli bir subaya emanet edeceğim için son derece huzurluyum."
"Çok teşekkürler Bay Aronnax, bu görevin sonuna kadar sizleri hem güvenli hem de konforlu bir şekilde ağırlamak için elimden gelenin en iyisini yapacağım. Şimdi izin verirseniz kalkış için yerime geçmeliyim. Arzu ederseniz bana eşlik edebilirsiniz."
"Elbette Kaptan, her şey için çok teşekkürler. Bir süre buradan manzaraya izledikten sonra size katılacağım. Görüşmek üzere."
Bu kibar karşılamadan sonra, Kaptan hareket için kaptan köşküne çıkarken, ben de kalkışı izlemek için güvertenin iyice ön tarafına geçtim. Gemiyi uğurlamaya gelen kalabalık, büyük bir heyecan içindeydi. Herkesin yüzünde, yüreklerindeki endişeyi bastıran bir umut vardı. Hep bir ağızdan canavarı yok etmemiz için sloganlar atıyor, bizi uğurlamak için şarkılar söylüyorlardı.
Bir süre bu muazzam manzarayı izleyip, kalkıştan hemen önce kaptan köşküne çıktım. Bu esnada komutan Farragut telsizden baş makinistle konuşuyordu:
"Tazyik tamam mı?"
"Tamam Kaptan."
Bunun üzerine komutan önündeki megafona büyük bir coşkuyla
bağırdı:
"Tam yol ileri!"
Bu komutla heybetli gemi, limandaki onlarca insanın iyi dilekleriyle harekete geçti.
Komutan Farragut çok iyi bir denizciydi. Aldığı eğitim ve o güne kadarki görevlerindeki başarılar, denizcilik camiasında övgülerle anlatılıyordu. Komutan canavarın varlığına bütün kalbiyle inanıyor, bu konuda tartışmaya bile gerek görmüyordu. Tek düşüncesi çıktığı bu görevi başarıyla sonuçlandırmak ve evi saydığı denizleri bu hain canavardan temizlemekti.
Gemideki bütün subaylar da komutanları gibi düşünüyordu. Yapılan sohbetlerde bir taraftan canavarla karşılaşıldığında nasıl bir savaş taktiği izleneceği konuşulurken, bir taraftan da deniz yüzeyinin gözlenmesinin önemi konuşuluyordu. Bu yüzden tayfalar deniz yüzeyini dikkatle gözlemek konusunda uyarılmışlardı.
Tayfaların tek isteği bir an evvel canavarı bulmak ve onu zıpkınlarıyla vurmaktı. Komutan canavarı ilk gören kim olursa olsun, ona iki bin dolarlık bir ödül verileceğini açıklamıştı. Bu ödül de denizi gözlemeyi adeta daha ciddi bir iş haline getirmişti.
Gemimizin mürettebatı özenle seçilmişti. Tayfalar ve gemideki subayların hepsi işlerinin ehli insanlardı. Bunların içinde en önemlisi, Ned Land adında, ünü bütün deniz camiasını sarmış çok yetenekli bir balina avcısıydı. Ned Land zıpkınıyla birçok yerde amansız ve tehlikeli balinaları avlamış ve ününe ün katmıştı. Oldukça akıllı ve becerikli olan bu adam; uzun boyu, sağlam yapısı ile tipik bir Kanadalıydı. Kaptan onu bu gemiye almakla çok iyi bir karar vermişti. Ned Land tam anlamıyla iyi gören bir teleskop, her an ateşe hazır bir silah gibiydi.
Zaman içinde Ned Land'la çok kereler karşılaştık ve birçok sohbetin içinde bulunduk. Ned Land dış görünüşte ne kadar soğuk bir adam olsa da, bana karşı oldukça sıcak ve nazik davranıyordu. İkimiz de birbirimizin farklı alanlardaki bilgilerinden çok etkileniyor, konuşmak sohbet etmek için can atıyorduk. Ben onun doğal bir şiirsellikle anlattığı av maceralarını büyük bir keyifle dinlerken, o da benim çeşitli araştırmalarımda edindiğim tecrübelerimi aktarmamı ciddi bir dikkatle izliyordu.
İkimizin anlaşamadığı tek konu, canavarın varlığıydı. Ned Land bütün hayatını denizlerde geçirmiş bir insan olarak böyle bir canavarın varlığına inanamayacağını sık sık ifade ediyordu. Ben iyi bir bilim insanı olarak bu
konuyla ilgili topladığım bilgiler ışığında canavarın varlığından neredeyse emindim. Bu yüzden, değer verdiğim bu insanın çok önemli bir konuda ikna olması için sohbetlerimizde konuyu bir şekilde canavara getiriyordum. Yine böyle bir sohbette, artık konuyu netleştirmek için konuşmaya başladım:
"Sevgili Ned, bu kadar yetenekli ve değerli bir denizci olarak denizlerde ciddi sorunlara yol açan bu canavarın varlığına neden inanmıyorsun?"
"Belki de kendime göre haklı sebeplerim vardır."
"İşte ben de bu sebepleri öğrenmek istiyorum."
Ned Land oldukça sakin bir şekilde bir iki saniye kadar bana bakarak tekrar konuşmaya başladı.
"İşte bana göre de sizin yanıldığınız asıl yer burası..."
"Nasıl yani, daha açık konuşabilir misin?"
"Şöyle ki, sıradan insanlar dünyanın etrafında dolaşan yıldızların bir gün ona çarpacağına, gizemli ormanlarda bulunan tuhaf kara deliklere veya antik çağlardan kalma yaratıkların bir gün geri geleceğine inanabilir. Ancak siz ve sizin gibi değerli bilim insanları, kökeni deneylere dayanmayan ve mantığı aşan bu hurafelere asla inanmaz. Benzer fantezileri sıradan denizciler için de sayabiliriz. Ancak ben hayatım boyunca birçok balina avladım ve şunu söyleyebilirim ki hiçbirinin dişi, burnu veya kuyruğu bir gemide delik açabilecek kadar kuvvetli değildir."
"Evet, ama sivri burunları ile gemilerin gövdelerinde delikler açan deniz canlıları konusundaki birçok bilimsel gerçeği ve raporu inkâr edemeyiz, değil mi?"
"Haklısınız ancak bu bahsettiğiniz durum eskiden kullanılan ahşap gemiler için geçerliydi. Gövdesi metal olan bir gemiye böyle bir zarar verebilecek olan bir canlının varlığını gözlerimle görmeden asla inanmam."
"Her ne kadar sözlerinin arasına girmeye gayret ettiysem de Ned Land eliyle benden müsaade isteyerek devam etti."
"Bakın profesör, bilim konusundaki dehanıza saygım sonsuz ve anlatacağınız birçok şeye sonuna kadar inanırım. Ancak bir deniz canavarına asla ikna olamam. Bir ihtimalle bu işi dev yapılı bir ahtapot yapmış olabilir diye düşünüyorum."
"Sevgili dostum kesinlikle yanılıyorsunuz, hiçbir ahtapot bir gemide bir kesiğe neden olamaz. Çünkü ahtapotların vücudunun tamamı
yumuşaktır. Ancak değişik yapıdaki bir denizgergedanı bu işi yapmış olabilir."
Ned Land saygısından ötürü alaycı gülümsemesini bastırmaya çalışarak, bana inanmayan bir ses tonuyla cevap verdi:
"Pekala profesör, demek memeli balıklar sınıfından bir canavarın varlığına inanıyorsunuz."
"Evet inanıyorum."
Benim cevabımdan sonra yetenekli denizci, tartışmayı uzatmak istemediğini belli eden bir tavırla gözlerinin okyanusun derinliklerine dikti. Ben de onun gibi denizi seyrederek aramızda geçen bu sohbetin detaylarını düşünmeye başladım.
Sonraki günlerde gemide zaman, çeşitli sohbet ve bekleyişle geçmeye devam etti.
Gemimiz New York'tan ayrılalı üç hafta olmuştu. Macellan Boğazı'na yaklaşık altı yüz mil uzaktaydık. Sekiz gün sonra Pasifik Okyanusu'na girecektik. Oraya kadarki yolculuğumuz oldukça sessiz ve sorunsuz geçmişti. Bu süre içinde sadece Ned Land'a ustalığını göstermek için birkaç fırsat çıkmıştı.
Tarih 3 Temmuz 1862 olduğunda, gemi Malouines açıklarındaydı. Buradaki balıkçılardan canavarla ilgili bilgi alınmıştı. Fakat çıkan sonuç kimseyi memnun etmemişti. Civardaki hiçbir denizci canavarı görmemişti.
Bunun üzerine gemi hızla ilerleyerek 5 Temmuz günü Macellan Boğazı'nın açıklarındaki Vierges Burnu'na varmıştı. Gemideki bekleyiş sıkıcı bir hal almaya başlamıştı. Bunun üzerine Kaptan ani bir kararla geminin rotasını Horn Burnu'na çevirdi.
8 Temmuz günü Horn Burnu'nu yedi mil açıktan geçerek, Büyük Okyanus'un sularına girmiştik. Son günlerde yaptığımız manevralar sayesinde gemi mürettebatı canlanmış, yeniden dikkatle denizi gözlemeye başlamışlardı. Ben bile kendimi daha iyi hissediyor, bu uzun bekleyişin bir an evvel sonuçlanmasını istediğimden sürekli denizi gözlüyordum. Yardımcım da bu durumu fark etmişti. Bütün dikkatimi denize verirsem, değişimleri daha iyi fark edebileceğimi düşünüyordu. Ned Land ise verdiğimiz uğraşın boşuna yorulmaktan başka bir işe
yaramayacağını artık daha ciddi ve yüksek sesle ifade ediyordu.
20 Temmuz günü Büyük Okyanus'un tam ortasındaydık. Komutan Farragut derin denizlerde bu canavara rastlama olasılığımızın daha yüksek olduğunu hatırlatarak mürettebatı her zamankinden daha fazla uyarıyordu. Bulunduğumuz yer, canavarın en son görüldüğü yerdi. Ancak, uzun süredir aramamıza rağmen canavara dair hiçbir ize rastlamamıştık. Artık mürettebat iyice umudunu yitirmiş, neredeyse olayı önemsememeye başlamıştı.
4 Kasım günü gemimiz Japon adalarının açıklarına kadar varmıştı. Güvertede okyanusu izlerken sadık yardımcım yanıma geldiğinde, sıkıntılı halimi ona hissettirmemeye çalışarak konuşmaya başladım:
"Hoş geldin oğlum, gözlerini dört aç da iki bin dolarlık ödülü kazan."
"Efendim müsaade ederseniz, bu ödülle hiç ilgilenmediğimi belirtmek isterim."
"Sanırım neden ilgilenmediğini biliyorum. Hiç düşünmeden atıldığımız bu macera sonrasında, Fransa'ya elimiz boş döneceğimizi ve herkesin alay konusu olacağımızı düşünüyor olmalısın."
"Affınıza sığınarak, düşüncelerimin bu yönde olduğunu kabul ediyorum efendim. Halen sizin verdiğiniz ya da vereceğiniz bütün kararlarda arkanızdan geleceğimden şüphe duymanızı istemem. Ancak uzun zamandır içinde olduğumuz bu yolculuğun bize beklediğimiz şeyi getireceği hakkında derin şüphelerim var."
Conceil'i haklı bulduğum halde bu konuşmanın konusunu değiştirmek üzereydim ki, geminin diğer tarafından gelen bir çığlıkla herkes gibi ben de irkildim. Gelen ses Ned Land'a aitti. Aradığımıza benzeyen bir şeyin dört yüz metre açıkta olduğunu haykırıyor ve herkesi yanına çağırıyordu.
Yardımcım ve ben de telaşla sesin geldiği tarafa yöneldik. Ned Land'ın yanına vardığımızda geminin uzağında azalıp çoğalan ışıklar saçan bir varlık gördük. Gemideki subaylardan biri, gördüğümüz şeyin aradığımız canavar değil sadece denizdeki fosforlu canlılardan ibaret olduğunu iddia ediyordu. Bu fikre şiddetle karşı çıkarak söze girdim:
"Hayır Bayım kesinlikle yanılıyorsunuz, midyeler veya diğer fosforlu canlılar bu şiddette bir ışık saçamazlar..."
Sözlerimi bitiremeden canavar olduğundan emin olduğum varlığın bize doğru bir manevra yaptığını ve yaklaşmaya başladığını fark ettim. Bu manevrayı yanımdakiler de fark etmiş, geminin içini büyük bir telaş sarmıştı. Birden gemide emirler zinciri duyulmaya başladı.
"Dümen rüzgar altı! Makineler tornistan!"
Gemimiz bu emirlerle geriye dönerek, yaklaşan ışık kaynağı canavardan kaçmaya başladı. Komutanın sürekli emirleriyle gemi daha da hızlanıyor ve süratle kaçışına devam ediyordu. Ancak canavar da bizim gibi hızlanıyor ve giderek bize yaklaşıyordu.
Kısa süre sonra canavar bize yetişmiş ve dalga geçer gibi etrafımızda dönmeye başlamıştı. Onun yaydığı ışıkların içinde kalan gemide en yakınımdakileri bile görmekte zorlanıyordum. Hepimiz yaşadıklarımız karşısında şaşkına dönmüştük. Gemideki birçok insan korkmaya başlamıştı. Ben de korkuyor olmama rağmen, uzun zamandır aradığımız şeyi bulduğumuz için ciddi bir sevinç yaşıyordum.
Canavardan kaçıyor olmamız beni huzursuz ediyordu. Onun üzerine gitmek ve onu yok etmek isteğiyle heyecanlanıyordum. Kaptan'ın işine karışmak istemememe rağmen, yanına giderek neden onunla savaşmak yerine kaçtığımızı sordum. Kaptan son derece iyi bir denizci ve mürettebatının güvenliğini göz önüne alan bir komutan olduğu için benim göremediğim gerçekleri hatırlattı. Sonra gecenin karanlığında bilmediğimiz bir güçle savaşmanın mantıksızlığı konusunda beni ikna etti. Gün ağardıktan sonra onunla savaşabilecek kadar kuvvetli olacağımızı ve dengelerin değişeceğini de eklemeyi unutmadı.
Hayvanın cinsi konusunda bir türlü emin olamıyorduk. Elektrik enerjisiyle yüklü son derece büyük bir denizgergedanı, ya da dev yapılı bir torpil balığı olabilirdi.
Gemimiz bütün gece hızını azaltarak ve küçük manevralar yaparak vakit geçirmişti. Hiç kimse uyumamış, herkes görevinin başında kalmıştı.
Canavar bu süre boyunca görebileceğimiz mesafede hareketsiz denebilecek bir hızda takipte kaldı. Ancak gece yarısına doğru ortadan kayboldu. Onu kaybettiğimizi düşünerek ümitsizliğe düşeceğimiz anda, kulakları sağır eden bir ses duyuldu.
Bu ses tonlarca suyun havaya fışkırması ile oluşmuştu. Kaptan, ben ve Ned Land geminin kıç tarafına doğru koştuk ve neler olduğunu görmeye çalıştık. Kaptan Ned Land'a dönerek fikrini almak istedi ve konuşmaya başladı:
"Ned Land, denizlerde balinalarla en çok deneyimi olan sizsiniz. Bu gördüğümüz olay bir balinanın yapabileceği bir şey mi?"
"Haklısınız Kaptan, balinalarla çok fazla zaman geçirdim. Ama net olarak söyleyebilirim ki, bütün hayatım boyunca hiç böyle bir şey
görmedim. Bir balina asla bu kadar yüksek ve şiddetli şekilde su fışkırtamaz."
"Peki sence çıkarttığı ses balinalarınkine benzemiyor mu?"
"Kesinlikle benziyor, ama dediğim gibi gördüğüm hiçbir balina bu kadar güçlü değildi. Yine de yarın zıpkınımla onu ses çıkartamayacak hale getirmek için sabırsızlanıyorum."
Bilmenizi isterim ki çok hızlı hareket ediyor ve manevraları çok keskin. Bu durumda ona yeteri kadar yaklaşmamız çok da mümkün gözükmüyor.
Kaptan'ın dile getirdiği sorun üzerine ben de söze girdim:
"Dediğiniz çok doğru Kaptan, bu süratle ve çeviklikle hareket ederken bizimki kadar büyük bir geminin ona yaklaşması mümkün olmayabilir. Ancak, Ned Land birkaç tayfanın olduğu büyükçe bir filika ile ona rahatça yaklaşamaz mı?"
"Bu teknik olarak mümkün ama, bu geminin kaptanı ve komutanı olarak adamları böyle bir tehlikeye atamam."
Bu cevap üzerine Ned Land heyecanla cevap verdi:
"Kaptan endişenizi çok iyi anlıyorum. Ancak benim de hayatım söz konusu olmasına rağmen bu görevi seve seve kabul edeceğimi bilmenizi isterim. Sizin de bildiğiniz gibi, bu yolculuğa çıkış sebebimiz her ne olursa olsun bu canavarı yok etmektir."
"Yola çıkış nedenimizin ve durumun ciddiyetininfarkındayım baylar. Ancak yine de geminin kaptanı olarak böyle bir hamle için bir süre daha beklemeyi daha uygun buluyorum. Gün ağardıktan sonra bu konuyu tekrar değerlendiririz."
Kaptan'ın bu sözlerinden sonra Ned Land da ben de yorum yapmamayı uygun bulduk ve hepimiz sabahı beklemeye başladık.
Saat sekiz sularında Ned Land'ın sesi tekrar duyuldu. Canavarın geminin kıç tarafında, beş yüz metre kadar uzaklıkta hareketsiz durduğunu söylüyordu.
Bu çağrı sonrasında hemen teleskopların başına koştuk. Bir yandan da gemi yavaşça canavara yaklaşıyordu. Artık canavarı daha net görebiliyordum. Hayvan yaklaşık yetmiş metre boyunda ve oldukça muntazam bir vücuda sahipti.
Bir süre sonra hayvan yaklaştığımızın farkına vardı ve harekete geçti. O kadar hızlı hareket ediyordu ki, bir süre sonra yaklaşmamız imkansız hale gelmişti. Canavarın sahip olduğu güç ve hız, Kaptan'ın
hırslanmasına sebep oldu. Hızı daha da arttırmaları için makine dairesine emir verdi. Artık gerçekten çok hızlı gidiyorduk ama yine de fayda etmiyordu. Kaptan da durumun farkındaydı ve geminin buhar basıncının arttırılmasını emretti. Bu durumda Ned Land'ın filika ile suya inmesi imkansızdı. Gemi ne kadar hızlı giderse gitsin canavara ulaşmak zordu. Kaptan çarkçıyı yanına çağırarak buhar basıncının on atmosfere çıkartılmasını emretti. Bunu duyduğumda yardımcıma uçmaya hazır olmasını söyleyerek gülümsedim.
Başımıza neyin geleceğini bilmeden atıldığımız bu yolculukta, belki de en heyecanlı dakikaları yaşıyorduk. En sonunda amacımıza ulaşacak ve peşinde olduğumuz canavarı yakalayacaktık. Ned Land geminin sancağına geçmiş, zıpkınını elinde sımsıkı tutarken hırsla canavarı avlamak için sabırsızlanıyordu.
Canavara yaklaşmaya başladığımızda Ned Land heyecanlanıyor ve pozisyon alıyordu. Ama her seferinde canavar yine arayı açmayı başarıyor ve Ned Land'ın hevesi kursağında kalıyordu.
Bu amansız kovalamacadan sıkılan Kaptan, homurdandı:
"Demek bizim zıpkınlarımızdan daha hızlısın. Bir de toplarımızın tadına bak, bakalım onları da alt edebilecek misin?"
Kendi kendine bu sözleri söyledikten sonra, megafona eğildi ve emretti.
"Hemen toplar hazırlansın!"
Kaptan'ın emri üzerine hazırlanan toplar, ikinci emirle ateşlendi. Fakat açılan ateşte yerini bulan top olmadı. Durum Kaptan'ı çok sinirlendirdi ve topların başına hemen daha deneyimli birinin geçmesini emretti.
Kendinden emin bir tavırla görev başına gelen topçu, büyük bir dikkatle nişan aldı ve ateş açtı. Bu seferki top yerini bulmuştu ama canavarın bundan hiç zarar görmediği anlaşıldı.
Yaşlı topçu ve Kaptan çok sinirlendi. Başarısız bu girişimi tekrarlamak konusunda ısrar eden kimse olmadı ve amansız takip yeniden başladı.
Kovalamaca gece yarısına kadar sürmüştü. Kaptan hırsla ve süratle yol alarak, hayvanı yorulana kadar takip etmeye karar vermişti. Bir süre sonra istediği sonuca vardı. Hayvan ışıklarını denizin üzerine yaymış ve hareketsiz bir şekilde durmaya başlamıştı.
Canavarın yorulduğunu düşünerek geminin hızı yavaşlatıldı ve sakince yaklaşılmaya başlandı. Aramızdaki mesafe azalırken, Ned Land geminin
ön tarafında mevzilenmişti. Zıpkınıyla canavarı avlamak için doğru zamanı bekliyordu.
Sonunda mesafe yüz metreye kadar indiğinde makineler durdurulmuş, seyrimiz iyice yavaşlatılmıştı. Az sonra aramızdaki mesafe birkaç metreye kadar indi. Sonunda Ned Land gerildi ve zıpkınını ustaca fırlattı. Zıpkın hızla havayı yararak ilerledi ve sertçe hayvanın üzerine çarptı. Ancak hepimizin beklediği gibi canavarın derisine saplanmak yerine metale benzer bir ses çıkartarak sekti ve denize düştü.
Tam bu sırada canavar ışıklarını söndürdü ve yine o güçlü sesi çıkartarak şiddetle su fışkırtmaya başladı. Fışkıran sular adeta yapay bir dalga oluşturdu ve gemiyi abluka altına aldı. Herkes bir yerlere savruldu ve suyun şiddetiyle direklerimiz parçalandı.
Geminin sağa doğru yatmaya başlamasıyla, büyük bir karmaşa oluştu. Bütün bunlar olurken neye uğradığımı anlamadan kendimi denizde buldum.
Denize düştüğümde, beş metre kadar denizin dibine indikten sonra kendime gelip yüzmeye başladım. İyi bir yüzücü olduğum için su yüzeyine çıkmamın kolay olacağını düşünmüştüm. Ancak üzerimdeki kıyafetlerin ıslanarak beni aşağı çekmesi ve okyanus akıntısı bunu çok da mümkün kılmıyordu. Tam ümitsizliğe düşeceğim sırada güçlü bir kol beni sudan çekip çıkardı. Sıkışan ciğerlerime temiz hava çekerken şaşkınlıkla etrafıma bakındım. Yaşadığım şok nedeniyle anlık tepkilerim zayıflamıştı. Hemen yanımda gördüğüm yardımcımı ilk anda tanıyamadım ve sordum:
"Conceil sen misin evlat?"
"Evet efendim, benim, merak etmeyin."
"Sen de çarpışmadan dolayı denize mi düştün?"
"Hayır efendim, ben güverte demirlerine sıkıca tutunmuştum. Ancak sizin düştüğünüzü görünce peşinizden suya atladım."
"Peki, gemiye ne oldu?"
"Efendim, sanırım gemiden umudunuzu kesmeniz gerekecek."
"Neden?"
"Çünkü ben gemiden atlarken, tayfalar dümenin ve uskurun parçalandığını Kaptan'a duyurmaya çalışıyordu."
" Nasıl yani evlat, geminin parçalandığını mı söylüyorsun?"
"Maalesef efendim."
"O zaman mahvolduk! Denizin ortasında tek başımıza kaldık."
"Hemen ümitsizliğe kapılmayın efendim, ne olursa olsun hizmetinizde olacağım ve bir şekilde buradan kurtulacağımızdan eminim."
Conceil'in cesareti beni kendime getirmişti. Suyun üzerinde durmak için daha çok çaba sarf etmeye başladım. Ancak üzerimdeki kıyafetler yüzünden oldukça zorlanıyordum. Karanlıkta görmekte de zorlanıyordum. Çabamı gören yardımcım, elbiselerimden kurtulmamda bana yardım etmek için izin istedi. Başımı hafifçe sallayarak onu onayladım. O da kemerinden çıkarttığı bıçak ile gömleğimi ve pantolonumu keserek serbest bıraktı.
Vücudum rahatlamıştı ve suyun içinde çok daha iyi hareket ediyordum. Yine de, çok yorgundum ve ne kadar zamandır yüzdüğümüzü algılayamıyordum. Artık dayanma gücüm kalmamıştı. Vücudumun her yeri buz gibi olmuş, parmaklarım hissizleşmeye başlamıştı. Daha fazla yüzemeyeceğimi anladığımda yardımcımın benim için kendini feda etmesini önlemek istedim. Conceil'e beni arkada bırakarak umut gördüğü tarafa doğru yüzmesini söyledim ama o beni dinlemeyerek yardım için daha çok çaba sarf etmeye başladı. Bir taraftan yüzmeye çalışırken bir taraftan da beni kolumdan tutarak çekiyordu. Conceil' in benim için kendi enerjisini feda ederek ölüme gitmesini engellemek için bu kez daha sert bir ifadeyle ona bağırdım.
"Conceil, hemen beni bırak ve başının çaresine bak!"
"Efendim üzülerek bu kez isteğinize karşı çıkacağım. Siz benim için hayattaki en önemli insansınız ve asla sizi yalnız bırakamam. Eğer boğulacaksak bunu birlikte yapacağız. Ama inanın ki ben kurtulacağımızı biliyorum. Lütfen endişelenmeyin ve dayanmaya çalışın."
Bu sadık genç adamın, içinde olduğumuz duruma ve onu bu noktaya hiç düşünmeden getirmiş olmama karşın gösterdiği onurlu davranış beni çok duygulandırmıştı. Onun bu davranışına karşılık, elimden geleni yapmaya ve daha dirayetli olmaya karar verdim.
Bir süre sonra gözlerimiz karanlığa alışmıştı. Gemimizin bizden çok uzaklarda olduğunu hayal meyal seçebiliyordum. Heyecana kapılıp bağırmaya çalıştıysam da soğuktan sesim çıkmıyordu. Bunu gören Conceil bana yardım etmek istedi ve bağırmaya başladı. Ancak ne kadar çabaladıysak da gemidekiler bizi fark etmediler. O an okyanusun
ortasında tek başımıza kaldığımızı ve orada öleceğimizi düşündüm. Ben ne kadar ümitsizsem de Conceil yardım çağrısından vazgeçmeden her seferinde daha da kuvvetle bağırıyordu.
Bir süre sonra Conceil de vazgeçti ve yüzünü bana dönerek üzüntüsünü saklayamadan düşüncelerini bildirdi.
"Olmuyor efendim, bizi duymuyorlar. Özür dilerim, onların dikkatini çekemiyorum."
Conceil'in her şey kendi suçuymuş gibi üzülmesine dayanamadım. Bu sefer onu cesaretlendirme sırası bendeydi. Ne kadar inanmasam da onu bu durumdan kurtulacağımız konusunda telkin etmeliydim. Kısa bir süre nasıl daha inandırıcı olacağımı düşündükten sonra konuşmaya başlayacaktım ki, beni bile ümitlendirecek bir şey gördüm ve hemen Conceil'e haber verdim.
"Hemen üzülme oğlum, belki gemidekiler değil ama birileri bizi duymuş."
Söylediklerim üzerine baktığım tarafa doğru dönen Conceil, suyun yüzeyinde ayakta duruyor olarak gözüken Ned Land'ı gördü. Hemen başını tekrar bana çevirdiğinde, yardımcımın yüzünde benim de aynı şaşkınlığı yaşayıp yaşamadığımı görmek ister gibi bir ifade vardı.
İkimiz de hem Ned Land'ı gördüğümüz hem de onun nasıl olup da denizin yüzeyinde ayakta durabildiğini anlamadığımız için şaşkındık. Son çabamızı kullanarak Ned'in olduğu tarafa doğru yüzdük ve onun yardımıyla üzerinde durduğu platforma tırmandık. Biraz soluklanıp kendime geldiğimde Ned Land'la konuşmaya başladım:
"Ned gerçekten sensin, buna inanamıyorum!"
"Evet sevgili profesör, hâlâ iki bin doların peşindeyim."
"Sen de benim gibi denize mi düştün?"
"Evet, ama sizden şanslıyım. Düşer düşmez kendimi yüzer bir adanın üzerinde buldum."
"Yüzer bir ada mı?"
"Daha doğrusu aradığımız, aradığınız canavarın üzerinde."
"Ne! Canavar mı?"
"Evet canavar, daha doğrusu canavar sandığımız bu şey. Üstelik zıpkınımın neden işlemediğini de buldum."
"Nasıl yani?"
"Profesör, görmüyor musunuz? Canavar diye kovaladığımız şey üzeri tamamen zırhla kaplı bir gemi."
Gerçekten de, Ned Land haklıydı. Canavar sandığımız şey insan yapısı ve tamamen metal kaplı bir gemiydi. Bu geminin neden bunca olaya sebep olduğunu ve nasıl olup da bu şekilde denizlerde dolaştığını anlayamıyordum. İçimdeki şüphelerden, Ned Land'ın sesiyle sıyrıldım:
"Evet profesör, şimdi ne yapacağız. Artık bir canavarla değil, insanlarla karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Onu gören kişi olarak iki bin doları hak etmiş olsam da denizin ortasında kime ait olduğunu bilmediğim bir geminin üzerindeyim. Bu şekilde suyun üzerinde giderse sözüm yok, ama dalışa geçecek olursa postumuz iki dolar bile etmez."
"Haklısın Ned, bu durumda bir şeyler yapmalıyız ama ne? Eğer bu bir gemiyse, bir mürettebatı vardır ve burada olduğumuzun farkındadırlar."
"Evet, haklısınız ama yaklaşık üç saattir hareket etmiyor."
Ned Land'ın söylediklerinden sonra denizde ne kadar kaldığımızı anlamıştım. Nasıl davranmamız gerektiğini düşünmeye ve sağlıklı bir plan yapmaya çalıştığım sırada, gemi dalışa geçti. Hepimiz dengemizi kaybederek olduğumuz yere yığıldık. Birkaç saniyede çevik vücudu sayesinde ayağa kalkan Ned Land, güçlü bir şekilde altımızdaki metal zemini tekmelemeye başladı. O kadar kuvvetli darbeler indiriyordu ki, çıkarttığı sesin okyanusun tamamında duyulacağını düşündüm. Hatta bu şekilde ses çıkararak kendi gemimize yardım sinyali bile göndermek aklımdan geçmeye başlamıştı.
Tam bu sırada geminin hareketi kesildi ve bulunduğumuz yerden on metre kadar ötede metal bir levha havaya kalktı. Bir iki saniye sonra aynı yerden bir insan kafası yükseldi ve kafasını çıkartan adam bizi görür görmez bağırarak çıktığı yere girdi.
Birkaç dakika sonra aynı delikten yedi sekiz tane yapılı adam çıkıp bizi ite kaka geminin içine sürükledi. Kısa bir koridoru geçerken adamların itip kakmasından hiçbir şey göremiyorduk. Rahatça gözlerimizi açtığımızda ise yine hiçbir şey göremedik. Çünkü bizi koydukları oda zifiri karanlıktı. Odada yalnız bırakılmıştık, Ned Land bize sergiledikleri tavır yüzünden adamların arkasından bildiği bütün küfürleri sıralıyordu.
Conceil onu sakinleştirmeye çalışıyor, ev sahibini ilk tavrıyla değerlendirmememiz gerektiğini söylüyordu. Ned Land adamların korsan olduğunu ve bize iyi davranmayacaklarına emin olduğunu belirtti ve yapacakları ilk hamlede adamlara bıçağıyla iyi bir karşılık vereceğini de
ekledi. Bunun üzerine onu sakinleştirmek ve durumu tam olarak algılamadan ters bir şey yapmasını engellemek için konuyu noktaladım.
"Ned boşuna kendini hırpalama. Daha adamların kim olduklarını da, amaçlarını da tam olarak bilmiyoruz."
Sonra ellerimle boşluğu yoklayarak etrafımı keşfetmeye çalışmaya başladım. Birkaç adım attığımda oda birden aydınlandı. Hepimiz tekrar ışığa kavuşmuş olmaktan mutluyduk, ancak durumumuzda bir değişiklik olmamıştı. Halen nerde olduğumuzu, kimin elinde ve gemisinde olduğumuzu, nereye götürüldüğümüzü bilmiyorduk.
Kafamdan geçen bu düşüncelerin yüzüme yansıması oldukça karamsar bir görüntüye yol açmıştı. Elindeki bıçakla hırslı bir şekilde etrafı kollayan Ned Land'ın da sinirinin yatışmadığı gözlerinden anlaşılıyordu. Bu durumu gören Conceil bizi sakinleştirmek için biraz daha sabırlı olmamız gerektiğini belirtti.
Tam bu sırada kapı açıldı ve içeri birkaç adam girdi. Beş kişilerdi. İçlerinden uzun boylu olanın giyiminden Kaptan olduğu anlaşılıyordu. Kaptan'ın yanındaki adamlardan birine anlaşılmayan bir dilde verdiği komutla, adam bize doğru ilerledi. Bize dönüp bir şeyler söylemeye başlayan adamın halinden bizi sorguya çekmeye çalıştığı anlaşılıyordu. Ancak dilinden hiçbir şey anlamıyorduk. İşimiz iyice zorlaşmıştı. Nasıl davranacağımıza karar vermeye çalışıyordum. Yardımcım başımızdan geçenleri anlatmanın iyi bir fikir olabileceğini söylediğinde ona hak verdim. Sonuçta ben bir bilim adamıydım, Conceil de benim yardımcımdı, Ned ise ünlü bir denizci. Üçümüz de sivildik ve oraya tesadüfen gelmiştik.
Elimden geldiğince güvenilir tavırlar sergileyerek, bir adım öne çıktım. Başımızdan geçenleri ana dilim olan Fransızca ile başından sonuna kadar detaylıca anlattım. Fakat adamların suratında hiçbir ifade değişikliği olmadı. Hiçbirinin beni anlamadığına ikna olmuştum. Hemen vazgeçmedim. Bütün olanları bir de İngilizce anlattım, ama işe yaramadı. Adamlar halen anlamsız surat ifadeleri ve donuk gözlerini dikmiş bize bakıyorlardı. Yardımcım olanları bir de Almanca olarak anlatmak konusunda benden izin istedi. Başımla onu onayladım ve Conceil akıcı Almancasıyla olanları detaylı bir şekilde anlattı. Yine bir değişiklik olmadı. Elimizden geldiğince Kaptan'a hitap etmeye çalışmış fakat etkili olamamıştık. Kaptan Conceil'in sözlerinin bitimiyle birlikte sessizce çıkıp giderken adamlar bizi kapının, yani odanın tek çıkışının uzağında tutmak için arada durdu ve sonunda kapıyı üzerimize kilitleyip gittiler. Hepimiz
ümitsizliğe düşmüştük. Artık ne düşüneceğimizi bilemez halde odanın içinde dolaşıyorduk. Conceil üzüntüsünü bildirerek bir konuşma başlattı:
"Dünyanın bütün dillerini bilmemek ne kötü, keşke dünyadaki herkes aynı dili konuşsaydı. Bu şekilde onlara kendimizi ifade etmemiz kolay olurdu."
Ned Land kızgınlıkla araya girdi:
"Bir adamın elini karnına götürerek midesini işaret etmesi, dünyanın her yerinde aynı anlama gelir Bay Conceil. Aç olduğumuzu anlamaları için aynı konuşma dilini kullanmamıza gerek olduğunu hiç sanmıyorum."
Ned Land'ın sözlerinin bitimiyle birlikte kapı açıldı ve geminin tayfalarından olduğu anlaşılan bir adam elinde denizci kıyafetleriyle içeri girdi. Bize doğru gelen adam elindeki kıyafetleri uzattı ve Ned Land'ı haklı çıkarır şekilde beden dilini kullanarak, elbiseleri giymemiz konusunda bizimle anlaştı. Adamın uzattığı kıyafetleri memnuniyetle giydik. Çünkü yardımcım ve Ned yarı ıslak kıyafetlerle durduğu, bense suda kıyafetlerimi çıkarttığım için çok üşümüştük. Biz kuru ve sıcak tutan kıyafetleri giyerken, onları getiren adam odanın diğer tarafında bulunan uzun masada bir sofra hazırlamaya başlamıştı. Adamın yaptığını ilk fark eden yardımcım oldu, ve bize durumu haber verdi:
"Bakın efendim, iyi niyetli olduklarına dair bir işaret daha. Bizim için yemek getiriyorlar. Demek ki işaretlerimizi anlamışlar ne dersiniz?"
"Bize bir ziyafet vereceklerini mi sanıyorsun, getirdikleri şeylerin yılan yahnisi ve kaplumbağa ciğerinden başka bir şey olmadığına eminim. İstersen efendine sor, Siz ne dersiniz profesör?"
Ned Land' a ne cevap vereceğimi bilemiyordum. Çünkü Conceil'in çok iyimser, Ned'inse haddinden fazla saldırgan olduğunu düşünüyordum. Benim duraksamam üzerine, olaylardan gerilmesine rağmen sakin olmayı başaran Conceil, Ned'e cevap verdi:
"Önce yemeğinizi görüp tadına bakın ve sonra yorum yapın Bay Land!"
Konunun tırmanmasına engel olmak için masaya doğru yürüdüm ve bana katılmaları konusunda her ikisini de yönlendirdim. Masanın başına geldiğimizde Conceil'in haklı olduğunu gördüğümde çok sevindiğimi saklayamadan gülümsemiştim.
Masanın üzerinde birbirinden lezzetli yemekler ve salatalar mükemmel zariflikte bir servisle sunulmuştu. Adeta şık bir restoranın özenle hazırlanmış özel bir masasında yemek yiyecektik. Masada şıklığın yanında dikkatimi çeken başka bir şey daha vardı. Tabakların kenarında