"
"
"
gözükür. Şu, senin adını söylemediğin ama resmi beni gerçekten büyüleyen gizemli genç arkadaşınsa bence hiç düşünmüyor. Buna kalıbımı basabilirim. Beyinsiz, güzel bir yaratık; kışın, seyredecek çiçeğimiz kalmadığı zaman, yazın da aklımızı serinletecek bir şeye ihtiyaç duyduğumuzda burada olmalı. Kendi kendini pohpohlama, Basil, ona zerrece benzemiyorsun sen."
Ressam, "Beni anlamıyorsun, Harry," diye karşılık verdi. "Elbette benzemiyorum ona. Bunu çok iyi biliyorum. Hatta, ona benzesem üzülürdüm. Omuz mu silkiyorsun? Doğruyu söylüyorum sana. Bütün bedensel ve beyinsel seçkinliklerde bir uğursuzluk vardır bence, tüm tarih boyunca kralların sarsak adımlarını izleyip duran türden bir uğursuzluk. Öbür insan kardeşlerimizden farklı olmamak daha iyidir. Bu dünyada en şanslı olanlar bence çirkinlerle aptallar. Yan gelip yayılarak yaşam denen oyunu ağzı açık seyredebilirler. Zafer denen şeyi bilmeseler bile hiç değilse yenilgiyi de tatmazlar. Aslında hepimizin yaşamamız gerektiği gibi yaşar onlar, kaygısız, kayıtsız, çalkantısız. Başkalarının mahvına yol açmadıkları gibi kendileri de onun bunun elinde telef olmazlar. Senin unvanınla servetin, Harry; benim aklım fikrim, karınca kararınca; eğer bir değeri varsa sanatım; Dorian Gray'in güzelliği... Tanrı'nın bu bağışları yüzünden hepimiz acı çekeceğiz, hem de büyük acılar."
Lord Henry stüdyonun öbür yanında oturan Basil Hallward'a doğru yürüyerek, "Dorian Gray mi?" dedi. "Bu mu adı?"
"Evet, adı bu. Sana söylemeye hiç niyetim yoktu."
"Neden, peki?"
"Of, anlatamam ki! Ben birisinden çok fazla hoşlandım mı onun adını hiç kimseye söylemem. Onun kimliğinden bir parçayı başkasına teslim etmek gibi gelir bu bana. Gizli kapaklılığı sever oldum zamanla. Çağdaş yaşamı gözümüzde gizemli, büyülü kılabilecek tek şey bu gibi geliyor bana. Gizli tutarsan en sıradan şey bile tatlı, zevkli olabiliyor. Şimdilerde kentten ayrıldığımda gideceğim yeri kimselere söylemiyorum. Söylesem bütün tadım kaçacak. Çocuksu bir huy olabilir, gene de insanın yaşantısına bol romantizm katıyor sanki. Sen beni bu yüzden iyice aptal buluyorsun herhalde, değil mi?"
"Hiç de değil," diye yanıtladı Lord Henry. "Sevimli Basil, hiç de değil. Unutuyorsun ki ben evli bir adamım; evliliğin tek çekici yönü de aldatmacalı bir yaşantıyı iki taraf için de zorunlu kılmasıdır. Ben karımın nerede olduğunu dünyada bilmem, karım da benim ne yapıp ettiğimi
bilmez. Karşılaştığımızda -arada karşılaştığımız oluyor, birlikte bir yemeğe çağrıldığımız ya da dükün yanına gittiğimiz zaman- birbirimize, hiç gözümüzü kırpmadan, en gülünç martavalları atarız. Karım pek ustadır bunda, benden çok daha usta, doğrusunu istersen. Tarihleri o hiç şaşırmaz, bense hep şaşırırım. Ama karım yalanımı yakaladığı zaman da hiç kavga çıkarmaz. Kimi zaman keşke çıkarsa derim, o yalnızca gülüp geçer."
Basil Hallward bahçeye açılan kapıya doğru ağır adımlarla yürüyerek, "Evliliğini anlatış tarzından nefret ediyorum, Harry," dedi. "Şuna inanıyorum ki sen gerçekte çok iyi bir eşsin, ama kendi erdemlerinden utanıyorsun. Benzersiz bir herifsin, doğrusu. Ahlaka uygun tek şey söylemez, ahlakdışı tek şey yapmazsın. Takındığın sinik tutum yapmacıklıktan başka bir şey değil."
Lord Henry, "Doğal olmak da yapmacıklıktan başka bir şey değildir, hem de yapmacıklıkların en sinir bozucusu, bence," diyerek güldü.
İki genç erkek birlikte bahçeye çıktılar, yüksek bir taflanın gölgesindeki uzun bambu sıraya oturdular. Güneş, cilalı yapraklardan aşağı kayıyordu. Otların arasındaki beyaz papatyalar titreşimler içindeydi.
Bir duraklamadan sonra Lord Henry cep saatini çıkardı.
"Üzgünüm ama gitmem gerek, Basil," diye mırıldandı. "Ama gitmeden önce bir soruma karşılık vermen için üsteleyeceğim. Bir süre önce de sormuştum."
Ressam gözlerini yerden kaldırmaksızın, "Nedir?" diye sordu.
"Bal gibi biliyorsun."
"Bilmiyorum, Harry."
"Peki öyleyse, söyleyeyim. Dorian Gray'in resmini neden sergilemek istemediğini anlatmanı istiyorum."
"Söyledim sana, gerçek nedenini."
"Yok, söylemedin. Bu resme kendimden çok fazla şey kattım, dedin. Dostum, çocukluk bu."
Basil Hallward arkadaşının gözlerinin içine bakarak, "Harry," dedi. "Hissedilerek çizilmiş her portre ressamın bir portresidir, modelin değil. Modelin orada bulunması yalnızca resmin yapılmasına yol açan rastlantı, bahanedir. Ressamın gözler önüne serdiği kişi o değildir; tersine, renkli tuvalin üzerinde açıklanan, ressamın kendi kişiliğidir. Bu resmi sergilemekten kaçınmamın nedeni şu ki resimde kendi ruhumun gizini
ele vermiş olmaktan korkuyorum."
Lord Henry güldü. "Bu giz ne ola ki?" diye sordu.
Hallward, "Söyleyeyim," dediyse de yüzünde bir şaşkınlık ifadesi belirmişti.
Arkadaşı ondan yana bir göz atarak, "Bekliyorum, Basil," dedi.
Ressam, "Pek bir şey yok anlatacak," diye yanıtladı. "Doğru dürüst anlamayacaksın diye korkuyorum. Belki inanmak istemeyeceksin."
Lord Henry gülümseyerek eğildi, çimenlerin arasından pembe bir papatya kopardı, incelemeye girişti. Elindeki bu altın gözlü küçük yuvarlağa dikkatle bakarak, "Anlayacağımdan hiç kuşkum yok," dedi. "İnanmaya gelince; ben her şeye inanabilirim, yeter ki tümden inanılmaz bir şey olsun."
Esinti meyve ağaçlarından birkaç tutam çiçek serpiştirdi; yıldız kümelerini andıran iri leylaklar baygın havada sallandılar. Duvar dibinde bir çekirge ötmeye başladı; ince uzun bir tayyareböceği, kahverengi bürümcük kanatlarıyla mavi bir ibrişim gibi, uçup geçti. Lord Henry arkadaşının yürek vuruşlarını duyar gibi oldu, onun ne söyleyeceğini merak etti.
Bir duralamadan sonra ressam, "Her şey şundan ibaret," dedi. "Bundan iki ay önce Leydi Brandon'un toplantılarından birine gitmiştim. Bilirsin ya, biz zavallı sanatçılar arada bir sosyete saflarında boy göstermek zorundayızdır, salt herkese birer yabani olmadığımızı anımsatmak için. Bir kez sen bana söylemiştin hani; gece ceketi giyip beyaz boyunbağı taktı mı, kim olsa, hatta bir borsa komisyoncusu bile, uygar insan olarak ün kazanabilir, diye. İşte, neyse, salona gireli on dakika falan olmuştu. O irikıyım, aşırı süslü, yaşlı soylu kadınlarla, o iç sıkıcı akademi üyeleriyle çene çalıyordum ki birden, birinin bana bakmakta olduğunu hissettim. Şöyle bir dönünce Dorian Gray'i gördüm. Onu hiç tanımıyordum. Göz göze geldiğimiz zaman benzimin solduğunu hissettim. İçimi garip bir ürküntü bürüdü. Yüz yüze geldiğim bu insanın salt varlığı öylesine büyüleyiciydi ki, izin verirsem benim tüm benliğime, ruhuma, giderek sanatıma el koyabilirdi. Bunu hemen fark ettim. Oysa yaşantıma dışarıdan bir müdahale olsun istemiyordum. Benim ne denli bağımsız yaradılışlı olduğumu sen bilirsin, Harry. Her zaman başıma buyruk olmuşumdur. Yani öyleydim, Dorian Gray'le tanışıncaya kadar. O dakikadaysa... Ama bunu sana nasıl açıklayacağımı bilemiyorum. Sanki bir ses bana korkunç bir bunalımın eşiğinde olduğumu söylüyordu.
Kaderin bana eşsiz mutluluklarla eşsiz üzüntüler hazırlamış olduğuna ilişkin bir sezgiye kapılmıştım.
Ürktüm, döndüm, dışarı çıkmak amacıyla kapıya yürüdüm Vicdanımın sesi değildi bana bunu yaptıran, bir tür ödleklikti. Kaçmaya çalıştığım için kendime herhangi bir övünç payı çıkarmıyorum."
"Vicdan ve ödleklik aslında aynı şeydir, Basil. Vicdan şirketin piyasada bilinen adıdır, hepsi bu."
"Ben buna inanmıyorum, Harry; senin bu fikirde olduğuna da inanmıyorum. Her neyse, beni böyle davranmaya iten her ne idiyse... belki de gururdur, bir zamanla çok gururluydum... Gerçek şu ki kalabalığı yararak kapıya yöneldim. Ne var ki orada, Leydi Brandon'la çarpıştım doğallıkla. Leydi Brandon, 'Mr. Hallward, böyle erken erken kaçıyor musunuz yoksa?' diye yaygarayı bastı. Sesi ne tuhaf tiz çıkar, bilirsin ya!"
Lord Henry, papatyayı o uzun, duyarlı parmaklarıyla didik didik ederek, "Evet, güzelliği dışında her şeyiyle tavuskuşudur," dedi.
"Elinden kurtulamadım. Beni kral soyundan gelme kişilere, unvan, nişan sahibi kişilere, gaga burunlu, kocaman taçlı, yaşını başını almış hanımefendilere götürüp tanıştırdı. Çok sevgili dostum, diye söz ediyordu benden. Gerçi bundan önce yalnızca bir tek kez karşılaşmıştık ama, o beni kanatlarının altına almaya kararlıydı. Sanırım bir tablom pek ün kazanmıştı o sıralarda, daha doğrusu renkli bulvar gazetelerinde yazılıp çizilmişti ki bu, on dokuzuncu yüzyılın ölümsüzlük ölçütüdür. Kişiliği içimde öylesi tuhaf heyecanlar uyandırmış olan genç erkekle yüz yüze geliverdik. Bakışlarımız karşılaştı. Gereksiz bir gözü karalıktı, biliyorum, ama Leydi Brandon' dan bizi tanıştırmasını istedim. Gözü karalık değildi belki de, ne bileyim. Belki de kaçınılmazdı. Tanıştırılmasak da konuşacaktık birbirimizle. Bundan eminim. Sonradan Dorian da böyle dedi. Birbirimizi tanımamızın alnımıza yazılmış olduğunu o da hissetmiş."
Lord Henry, "Peki, ya Leydi Brandon bu harika genç erkeği nasıl tanımladı?" diye sordu. "Bütün konuklarının hızlı özetlerini çıkarmakta birebirdir, biliyorum. Hatırlıyorum, bir keresinde beni her yeri nişanlar, şeritlerle kaplı, kırmızı suratlı, huysuz bir ihtiyarın yanına götürdü; sonra da kulağıma eğilerek trajik bir fısıltıyla, insanı afallatan ayrıntılar anlatmaya girişti ki, bu fısıltıyı oradaki herkesin bal gibi duyabildiğinden hiç kuşkum yok. Zaten açık artırma çığırtkanları sattıkları mala ne gözle bakarsa, Leydi Brandon da konuklarına öyle davranır. Onları ya bir açıklamayla temelli ortadan siler ya da haklarındaki her şeyi ortaya döker, insanın öğrenmek istediği dışında her şeyi."
Ressam, "Zavallı Leydi Brandon! Ona insaf göstermiyorsun, Harry!" diye biraz can sıkıntısıyla konuştu.
"Sevgili dostum, bu kadın bir salon kurmaya yeltenmiş ama ancak bir lokanta kurabilmeyi başarmış. Nasıl hayranlık duyabilirim ona? Ama sen anlat, Mr. Dorian Gray konusunda neler söyledi?"
"Şöyle bir şeyler mırıldandı: sevimli bir çocuk... Zavallı anneciğiyle içtiğimiz su ayrı gitmezdi. Dorian'ın ne yaptığı aklımda kalmamış... Korkarım hiçbir şey yapmıyor... Ha, evet, piyano çalıyor ya... Yoksa keman mıydı, sevgili Mr. Gray?.. İkimiz de ister istemez güldük, hemencecik de kaynaşıverdik."
Genç Lord bir papatya daha kopararak, "Gülmek, dostluk için hiç de kötü bir başlangıç sayılmaz; dostluğu sona erdirme yollarınınsa en iyisidir," dedi.
Hallward başını sallayarak, "Harry, sen dostluğun ne demek olduğunu anlamıyorsun," dedi. "Ne de düşmanlığın anlamını biliyorsun. Herkesi seversin sen, yani herkese karşı kayıtsızsın, demeye gelir bu."
Lord Henry, "Ne korkunç haksızlık ediyorsun bana!" diyerek şapkasını arkaya doğru itti; yaz semasının firuze kubbesi üzerinde, çözülmüş parlak ibrişim yumakları gibi uçuşan bulutlara baktı. "Evet, korkunç haksızlık ediyorsun bana. Aslında insanları birbirinden ayırırım ben. Arkadaşlarımı güzellikleri için seçerim, tanışlarımı karakterlerinin sağlamlığı için, düşmanlarımı da parlak zekâları yüzünden. Kişi düşmanını seçerken ne denli dikkatli olsa azdır. Benim bir tane bile aptal düşmanım yoktur. Tüm düşmanlarımın zihinsel melekeleri güçlüdür, bu yüzden de benim değerimi bilirler. Çok mu kibirli buluyorsun beni? Evet, oldukça kibirli sayılırım."
"Bana kalırsa da öyle, Harry. Ama sınıflandırmana göre ben yalnızca bir tanışım, senin gözünde."
"Çok sevgili dostum Basil, bir tanıştan çok ötedesin sen."
"Ama arkadaştan da çok beride. Bir tür kardeş miyim acaba?"
"Of, kardeş deme bana! Kardeş denen şeyden hiç hazzetmem ben. Ağabeyim ölmek bilmiyor; küçük kardeşlerim de ölmek dışında bir şey bilmiyorlar sanki."
Basil Hallward, "Harry!" diyerek kaşlarını çattı.
"Dostum, şaka yapıyorum. Gene de akrabalarımdan nefret etmemek elimde değil. Kendimizdeki kusurları başkalarında görmeye hiçbirimiz
dayanamayız da ondan olsa gerek. İngiliz demokrasisinin, yüksek sınıfların kötü yönleri, dedikleri şeylere diş bilemesini ben çok iyi anlıyorum. Halk kitleleri ayyaşlık, aptallık, ahlaksızlık yalnızca onlara özgü olsun istiyor! Bizlerden biri kendini rezil etti mi onların özel mülküne tecavüz edilmiş gibi oluyorlar: Zavallı Southwarkcık kendini boşanma mahkemesinde bulunca halkın gösterdiği öfke harikaydı doğrusu. Oysa proletarya sınıfının onda birinin bile kusursuz yaşam sürdüğünü sanmıyorum."
"Harry, söylediklerinin bir tek sözcüğüne bile inanmıyorum. Dahası, senin de inanmadığından eminim."
Lord Henry sivri, kestane renkli sakalını sıvazlıyor, Püsküllü abanoz bastonuyla ayağındaki rugan pabuçlara vurup duruyordu.
"Nasıl da tipik İngiliz'sin, Basil! İkinci kez aynı görüşü belirtiyorsun. Kişi gerçek bir İngilize bir fikir yürüttüğü zaman... Ki zaten tehlikeli iştir ya... Fikrinin doğru mu yanlış mı olduğunu düşünmeyi aklından bile geçirmez. Önemli saydığı tek şey bu fikre kendinin inanıp inanmadığıdır. Şimdi, bir fikrin değeri ile bunu ileri süren kişinin içtenliği arasında hiçbir bağlantı yoktur. Doğrusunu istersen, büyük bir olasılıkla, kişi ne kadar içtenlikten uzaksa, ileri sürdüğü fikir de o oranda saf bir zihinsel değer taşıyacaktır, çünkü o kişinin ihtiyaçlarının, arzularının ve de önyargılarının rengini kapmamış olacaktır. Ne var ki seninle siyaset, toplumbilim ya da metafizik tartışmaya niyetim yok benim. Ben insanları ilkelerden daha çok severim. Bana şu Mr. Dorian Gray'i biraz daha anlatsana. Sık sık görüşüyor musunuz?"
"Her gün. Onu her gün görmesem mutlu olamam ki! Onsuz edemiyorum artık."
"Olağandışı bir şey, doğrusu! Ben seni sanatın dışında hiçbir şeyi umursamaz sanırdım."
Ressam, "Benim için sanatımın tümü o demek artık," diye ciddiyetle yanıt verdi. "Harry, kimi zaman düşünüyorum da, dünya tarihinde önemli sayılabilecek topu topu iki dönem var, bence. Birincisi yeni bir sanat ortamının belirmesi, ikincisi de gene sanat için yeni bir kişiliğin ortaya çıkması. Yağlıboyanın icadı Venedik ressamları için, Antinous'un çehresi geç dönem Yunan heykeltıraşları için ne demek olduysa, Dorian Gray'in yüzü de benim için bir gün o önemi taşıyacak. Ondan esinlenerek yalnızca resim çiziyor, boyuyor değilim. Bunları yapıyorum elbette. Gene de o benim gözümde bir modelden çok öte bir anlam taşıyor. Ondan esinlenerek yaptığım resimlerden hoşnut değilim, onun güzelliğini sanat
ortaya koyamaz, falan diyecek değilim sana. Sanatın ifade edemeyeceği hiçbir şey yoktur; Dorian Gray'i tanıdığımdan bu yana yaptığım çalışmaların da iyi ürünler olduğunu biliyorum, şimdiye dek verdiğim ürünlerin en iyileri. Gene de, ne tuhaf... Bilmem anlayacak mısın beni?.. Onun kişiliği sayesinde sanatta yepyeni bir tarzın varlığını seziyorum sanki. Yepyeni bir tarz. Her şeyi bambaşka görüyorum, bambaşka algılıyorum artık. Şimdilerde yaşamı, eskiden bilmediğim, göremediğim yepyeni bir formda yaratabilir oldum. 'Düşünce günlerinde bir form hayali.' Kim söylemiş bunu? Anımsayamıyorum ama Dorian Gray benim gözümde bu işte. Bu çocuğun salt gözle görünen varlığı... Aslında yaşı yirminin üstünde, ama ben onu hep çocuk olarak görüyorum... Evet, salt gözle görünen varlığı bile... Of, bilmem kavrayabiliyor musun bütün bunların taşıdığı anlamı? Kendi de bilmeden bu çocuk yepyeni bir sanat ekolünün çizgilerini tanımlıyor sanki: romantik ekolün tüm ateşiyle antik Yunan ekolünün tüm kusursuzluğunu birleştirecek bir okul. Bedenle ruhun uyumu... Nasıl da önemlidir bu! Biz, beyinsizliğimiz yüzünden bunları birbirinden ayırmış, kaba bir gerçekçilik icat etmişiz, bomboş bir idealcilik. Ah, Harry, Dorian Gray'in benim gözümde neyi simgelediğini bir anlayabilsen! Hani bir peyzajım vardı, Agnew dünya kadar para verdiydi de elimden çıkarmadıydım. En iyi eserlerimden biridir o. Peki neden dersin? Çünkü o resmi yaparken Dorian Gray yanı başımda oturuyordu. Ondan bana elle tutulmaz bir etki geçiyor olsa gerek ki ömrümde ilk olarak, karşımdaki sıradan ormanlıkta hep aramış, hiç yakalayamamış olduğum büyüyü bulmuştum."
"Basil, duyulmadık bir şey bu! Dorian Gray'i mutlaka görmem gerek."
Hallward ayağa kalkarak bahçede ileri geri gezinmeye başladı. Biraz sonra gene geri geldi. "Harry," dedi. "Dorian Gray benim için yalnızca beni yaratıcılığa iten bir güdü. Ben onda her şeyi buluyorum. Sen hiçbir şey bulmayabilirsin. Onun yapıtlarımda en çok var olduğu zamanla da imgesinin görülmediği zamanlar. Dedim ya, yepyeni bir tarzın sezisi o. Ben birtakım çizgilerin yuvarlanışında buluyorum onu, kimi renklerin güzelliğinde, anlatılmaz inceliğinde. Hepsi bu."
Lord Henry, "Öyleyse onun portresini neden sergilemiyorsun?" diye sordu.
"Şu duyduğum tuhaf sanatsal putperestliğin bir ifadesini, hiç niyetim olmadığı halde, o portreye yansıtmışım da ondan. Bu duygulardan ona hiç söz etmedim, doğallıkla. Dorian Gray'in bundan haberi yok. Olmayacak da. Gelgelelim başkaları bunu sezebilir; benim de ruhumu
onların o sığ, meraklı gözlerinin önünde sergilemeye hiç niyetim yok. Yüreğimi onların mikroskoplarının altına asla sermeyeceğim. Portrede benim özbenliğimden çok şey var, Harry, gereğinden çok!"
"Şairler senin kadar kılı kırk yarmazlar. Tutkunun yayınlamak için işe yarar bir şey olduğunu bilirler. Şimdilerde yanık bir yürek sayısız baskılar yapabiliyor."
Ressam, "Ben de onların bu yönünden tiksiniyorum!" diye bağırdı. "Sanatçı dediğin güzel şeyler yaratmalı, ama bunlara kendi özel yaşamından hiçbir şey katmamalı. Öyle bir çağda yaşıyoruz ki herkes sanata bir tür özyaşamöyküsü gözüyle bakıyor. Soyut güzellik duyusunu yitirmişiz. Günün birinde bunun ne olduğunu bütün dünyaya göstereceğim ben; işte bu nedenledir ki dünya benim yaptığım Dorian Gray portresini asla göremeyecek."
"Bence tutumun yanlış, Basil, gene de seninle tartışacak değilim. Entelektüel yoldan çıkanlar dur durak bilmeksizin tartışır bana sorarsan. Söyle bana, Dorian Gray sana çok bağlı mı?"
Ressam bir süre düşündü. Bir duralamadan sonra, "Benden hoşlanıyor," diye karşılık verdi. "Biliyorum, hoşlanıyor benden. Tabii ben de onu müthiş pohpohluyorum ya. Sonradan pişman olacağımı kesin bildiğim bir sürü şeyi ona söylemekten garip bir zevk alıyorum. Genellikle bana karşı çok tatlı, çok sevimli davranıyor. Stüdyoda oturup bin bir konudan konuşuyoruz. Gelgelelim arada korkunç düşüncesizlikler ediyor, bana acı vermekten gerçek bir kıvanç duyuyor sanki. Harry, o zaman da bana öyle geliyor ki ruhumun tümünü, yakasına takacak bir çiçek yerine koyan birine vermişim; kibrini okşayacak bir süs yerine koyuyor benim ruhumu, bir yaz gününde kullanılıp atılacak bir süs."
Lord Henry, "Yaz günleri uzun sürer, Basil," diye mırıldandı. "Belki de sen ondan önce bıkarsın. Hüzün verici bir düşünce, evet, ne var ki deha hiç kuşkusuz güzellikten daha uzun ömürlüdür. Hepimizin, kendimizi aşırı derecede eğitmek uğruna bunca zahmete katlanmamız da bundandır ya. Şu çılgın, kıran kırana yaşam savaşında hepimiz dayanıklı bir şeylere sahip olmak isteriz, bu yüzden de yaşam kavgasındaki yerimizden olmamak için kafamızı süprüntülerle, olgularla doldururuz. Eksiksiz bilgi sahibi adam: Çağdaş ideal işte budur. Eksiksiz bilgi sahibi adamın zihniyse ürkütücü bir şeydir. Elden düşme züccaciye satan bir dükkân gibi, baştan aşağı toz ve eciş bücüş nesneler, canavarlar. Her şeye gerçek değerinin üstünde fiyat konmuş. Evet, bana öyle geliyor ki, ilkin sen usanacaksın. Günlerden bir gün dostuna bakacaksın, çizgileri gözüne
az buçuk ayarsız gözükecek ya da renginin tonunu beğenmeyeceksin ya da böyle bir şey işte. İçten içe onu acı acı kınayacaksın, onun sana karşı çok kötü davranmış olduğunu düşüneceksin. Kapına bir daha geldiğinde tümden soğuk, ilgisiz davranacaksın ona. Çok yazık olacak doğrusu, çünkü bu seni değiştirecek. Senin bana anlattığın enikonu romantik bir öykü, bir sanat romantizmi, diyebiliriz. Böyle romantik bir öykü yaşamanın en kötü yanı şudur ki bittiği zaman kişiyi romantiklikten tümüyle uzaklaştırır."
"Harry, böyle konuşmasana. Var olduğum sürece Dorian Gray'in etkisi bana egemen olacak. Benim hissettiklerimi sen hissedemezsin ki! Sen durmadan değişen birisin."
"Ah, sevgili Basil, işte tam bu nedenle hissedebilirim ya bunları. Aşkta sadık olanlar aşkın yalnızca uçarı yönlerini bilirler; aşkın trajedilerini bilenlerse vefasızdırlar." Lord Henry zarif, gümüş bir çakmakla yaktığı sigarasını kendini bilen ve kendini beğenmiş bir edayla tüttürmeye başladı; sanki bir tek tümceyle dünyayı özetleyivermiş sanırdınız. Duvar sarmaşığının cilalı yapraklarının arasında cıvıldaşan serçelerin hışırtısı vardı ve mavi renkli bulut gölgeleri çimenlerin üzerinden kırlangıçlar gibi uçup geçiyorlardı. Ne güzeldi şu bahçede olmak! Başkalarının duyguları da nasıl zevkliydi! İnsanların duygularını düşüncelerinden çok daha zevkli buluyordu Lord Henry. Kişinin kendi ruhu ve dostlarının duyguları: Hayatta insanı saran konular bunlardı işte. Lord Henry, Basil Hallward'ın yanında böyle uzun oyalanmak sayesinde atlatmış olduğu can sıkıcı yemek davetini, gizlice gülümseyerek düşündü. Halasının davetine gitmiş olsaydı yüzde yüz Lord Goodbody ile karşılaşacak, tüm konuşma, yoksulların beslenmesi ve örnek konut yapımının gerekliliği üstüne kurulacaktı. Her sınıf, kendi yaşamları açısından bir zorunluluk olmayan erdemlerin önemi üstüne atıp tutacaktı. Zenginler tutumluluğun değerinden dem vuracak, tembeller emeğin yüceliğini övüp göklere çıkaracaklardı. Çok tatlı olmuştu bunlardan kaçabilmek! Lord Henry halasını düşündüğü sırada aklına bir şey gelmiş gibi oldu. Ressama dönerek, "Şu anda aklıma geldi," dedi.
"Nedir aklına gelen Harry?"
"Dorian Gray'in adını nerede duymuş olduğum."
Hallward yüzünü belli belirsiz asarak, "Nerede?" diye sordu.
"Basil, kızma öyle. Halam Leydi Agatha'dan duymuştum. Halam bana harika bir genç adam keşfettiğini, bu gencin ona East End'de yardım edeceğini, adının da Dorian Gray olduğunu söylemişti. Şunu da belirtmek
zorundayım ki halam bu çocuğun yakışıklı olduğuna hiç değinmedi. Kadınlar güzellikten anlamaz zaten, daha doğrusu namuslu kadınlar anlamaz. Halam bana bu gencin çok ciddi, dürüst, iyi huylu olduğunu söyledi. Benim de gözümün önünde o saat yağlı saçlı, gözlüklü, feci çilli bir tip belirdi, kocaman ayaklarıyla sağda solda dolanıp duran biri. Bu gencin senin anlattığın kişi olduğunu bilseydim keşke."
"Bilmediğine çok sevindim, Harry."
"Neden?"
"Senin onu tanımanı istemiyorum da ondan."
"Benim onu tanımamı istemiyorsun ha?"
"İstemiyorum."
"Mr. Dorian Gray stüdyodalar, efendim." Erkek uşak bahçede belirmişti.
Lord Henry gülerek, "Şimdi artık beni tanıştırmak zorundasın!" dedi.
Ressam, güneşte durmuş gözlerini kırpıştıran uşağına baktı. "Parker, lütfen Mr. Gray'e söyle, beklesin. Birkaç dakika içinde geliyorum."
Adam eğildi, sonra eve doğru yürüdü.
O zaman ressam, Lord Henry'ye baktı. "Dorian Gray benim en kıymetli dostumdur," dedi. "Sade, güzel bir kişiliği var. Halan onu çok doğru tanımlamış. Bozma onun saflığını. Onu etkilemeye kalkışma. Etkin kötü olacaktır. Dünya geniş. İçinde bir sürü harika insan var. Benim sanatıma kendince bir tutam çekicilik katan tek kişiyi elimden alma, Harry. Sanatçı olarak yaşamım Dorian Gray'e bağlı. Unutma, sana güveniyorum, Harry." Ağır ağır konuşuyordu; sözcükleri, iradesi dışında bir güç ondan çekip koparır gibiydi.
Lord Henry, "Neler saçmalıyorsun!" diye gülümsedi ve Basil Hallward'ı kolundan tutarak sürüklercesine eve götürdü.
İçeri girerken Dorian Gray'i gördüler. Genç adam arkası dönük olarak piyano başında oturmuş, Schumann'ın Orman Sahneleri'nin sayfalarını karıştırmaktaydı.
"Basil, bunları ödünç versene bana!" diye seslendi. "Öğrenmek istiyorum. Çok nefis şeyler."
"Her şey senin bana bugün yapacağın modelliğe bağlı, Dorian."
Genç adam, "Of, modellik yapmaktan bıktım, boydan portre falan da istemiyorum," diyerek huysuz, dediğim dedik bir ifadeyle, piyano taburesinin üzerinde gelenlere döndü. Lord Henry'yi görünce yanaklarına bir an hafif bir renk yayılarak ayağa kalktı. "Özür dilerim, Basil, yanında biri olduğunu bilmiyordum."
"Dorian, bu Lord Henry Wotton, Oxford'dan eski bir arkadaşım. Şimdi ona senin ne eşsiz bir model olduğunu anlatıyordum, her şeyi berbat ettin."
"Sizinle tanışmaktan duyduğum sevinci hiç de berbat etmediniz, Mr. Gray," diyen Lord Henry ilerleyip elini uzattı. "Halam bana söz etti sizden. Onun gözdelerindensiniz. Korkarım kurbanlarından birisiniz."
Dorian gülünç bir pişmanlık ifadesiyle, "Şu sırada Leydi Agatha'nın kara listesindeyim," dedi. "Geçen salı onunla birlikte Whitechapel'da bir kulübe gitmeye söz verdim, ama unuttum gitti. Birlikte bir düet çalacaktık, üç düet, yanılmıyorsam. Bana neler söyleyecek kimbilir! Korkumdan gidemiyorum."
"Ben sizin aranızı bulurum. Halam sizi çok seviyor. Sizin kulübe gitmeyişinizin de bir şey değiştirmiş olacağını hiç sanmıyorum. Orada bulunanlar söylenenin düet olduğunu sanmışlardır zaten. Agatha Halam piyano başına geçti mi iki kişilik şamata yapar."
Dorian gülerek, "Halanıza hakaret bu, bana da övgü sayılmaz," dedi.
Lord Henry ona baktı. Evet, gerçekten de olağanüstü yakışıklıydı bu çocuk, ince bükümlü kıpkırmızı dudakları, açık yürekli mavi gözleri, diri altın saçları vardı. Yüzünde, insanın hemen güvenini kazanan bir şey vardı. Gençliğin ateşli saflığının yanı sıra açık yürekliliği de bu çehredeydi. Sanki kendini dünyanın kirine bulaşmaktan koruyabilirmiş gibi geliyordu. Basil Hallward'ın ona tapmasına şaşmamak gerekti. "Siz kendinizi hayır işlerine adamayacak kadar çekicisiniz, Mr. Gray, öyle işlere göre çok fazla çekicisiniz." Böyle diyen Lord Henry kendini divanın üstüne bırakıp sigara tablasını açtı.
Ressam bu arada boyalarını birbirine karıştırıp fırçalarını hazır etmekteydi. Yüzü kaygılıydı, hele bu son sözleri duyunca Henry'den yana şöyle bir baktı, bir an duraksadı, sonra, "Harry, bu resmi bugün bitirmek istiyorum," dedi. "Senden gitmeni dilesem çok mu kabalık etmiş olurum?"
Lord Henry gülümseyerek Dorian Gray'e baktı. "Gitmem gerekiyor mu, Mr. Gray?" diye sordu.
"Aa, kuzum gitmeyin, Lord Henry. Görüyorum, Basil'in suratsızlığı üstünde; somurttuğu zamanlarda da hiç çekemiyorum onu. Hem zaten bana anlatmanızı istiyorum, hayır işleriyle niçin ilgilenmeyecekmişim?"
"Size bunu anlatacağımı pek sanmıyorum, Mr. Gray. Hayır işleri öylesine sıkıcı bir konu ki insanı ciddileşmek zorunda bırakır. Öte yandan kaçıp gidecek de değilim, mademki kalmamı istediniz. Basil, gerçekten kızmıyorsun bana, değil mi? Modellerinin yanlarında çene çalacak birileri olmasından hoşlandıklarını söylemişsindir kaç kere."
Hallward dudağını ısırdı, "Dorian istiyorsa elbet kalacaksın. Dorian'ın kaprisleri, kendi dışında herkes için yasa sayılır."
Lord Henry şapkasıyla eldivenlerini eline aldı. "Çok ısrar ediyorsun, ama yazık ki gitmek zorundayım, Basil. Orleans'ta birine sözüm var. Hoşça kalın, Mr. Gray. Bir gün öğleden sonra Curzon Sokağı'na buyurun da görüşelim. Hemen her gün akşamüzerleri beşte evde olurum. Geleceğiniz günü yazın bana. Geldiğinizde sizi görebilmek isterim."
Dorian Gray, "Basil!" dedi. "Lord Henry Wotton giderse ben de giderim. Sen çizerken ağzını açmazsın; böyle, platform üstünde ayakta durup güler yüzlü görünmeye çalışmak da beni sıkıntıdan patlatıyor. Rica et ona, kalsın. Dediğim dedik."
Hallward gözlerini çizdiği resme dikkatle dikmiş olarak, "Kal, Harry, kal da Dorian'ın gönlünü yap, beni de sevindir," dedi. "Çok doğrudur, ben çalışırken hiç konuşmam, söylenenleri de dinlemem. Zavallı modellerim için müthiş sıkıcı olsa gerek. Yalvarırım kal."
"Peki, Orleans'taki adam ne olacak?"
Ressam güldü. "Bunun bir sorun çıkartacağını hiç sanmıyorum. Otur aşağı, Harry. Sen de, Dorian, çık şu platforma. Pek kıpırdamamaya çalış; Lord Henry'nin dediklerine de kulak asma. Benim dışımda bütün dostları üzerinde çok kötü etki bırakır."
Dorian Gray, antik Yunan'dan genç bir ermiş edasıyla platforma çıktı, Lord Henry'den yana bakarak yüzünü hafifçe bir yakınmayla buruşturdu. Lord Henry'den enikonu hoşlanmıştı. Basil'den öyle farklıydı ki bu adam. İki dost çok zevkli bir çelişki oluşturuyorlardı. Lord Henry' nin sesi de ne güzeldi. Birkaç dakika sonra Dorian ona sordu: "Gerçekten de dostlarınız üzerinde etkiniz çok mu kötü oluyor, Lord Henry? Basil'in dediği kadar var mı?"
"İyi etki diye bir şey yoktur ki, Mr. Gray. Etki denen şey tümüyle ahlaka aykırıdır, yani bilimsel yönden ahlakdışıdır."
"Neden?"
"İnsanın birini etkilemesi demek ona kendi ruhunu vermesi demektir de ondan. Bu insan kendi doğal düşünceleriyle düşünmez artık, kendi doğal ihtiraslarıyla yanmaz. Erdemleri sahici değildir. Günahları -günah diye bir şey varsa eğer- ödünçtür. Bu insan başka birinin müziğinin bir yansıması olup çıkar, kendisi için yazılmamış bir rolde oynayan bir aktör. Yaşamanın amacı kişinin kendini geliştirmesidir. Doğamızın gereğini kusursuz olarak gerçekleştirmek: İşte her birimizin burada olmamızın nedeni budur. Oysa şimdilerde insanlar özbenliklerinden korkuyorlar. Görevlerin en yücesini, yani kişinin kendi özbenliğine olan görevini unutmuşlar. Hayırseverliklerine diyecek yok. Açları doyuruyor, dilencileri giydiriyorlar. Gel gör ki kendi ruhları aç, çıplak. Soyumuzda cesaret diye bir şey kalmamış. Belki de hiçbir zaman yoktu. Toplum korkusu -ki ahlakın temelidir-, bir de dinin püf noktası olan Tanrı korkusu: Bizi yöneten iki şey işte bunlar. Öte yandan, gene de..."
Ressam, "Dorian, başını birazcık daha sağa çevir, bir zahmet," dedi. Çalışmasına iyice dalmıştı, yine de delikanlının yüzünde bundan önce görmemiş olduğu bir ifadenin belirdiğini fark ediyordu.
Lord Henry, "Gene de..." diye konuşmasını sürdürdü o alçak, ezgili sesiyle ve elinin, ta Eton'daki okul günlerinden beri, onun özelliği olan zarif bir sallanışıyla, "ben şuna inanıyorum ki bir tek adam çıkıp hayatını eksiksiz ve tam olarak yaşasa, her duyguya bir form verse, her düşünceyi dışa vursa, her düşü gerçekleştirse... Bence dünyamız öyle taptaze bir sevinçle silkinir ki, insanoğlu ortaçağdan kalma tüm marazlarını unutarak gene Helenistik ideale döner... Belki Helenistik idealden de daha soylu, daha şahane bir şeye. Ne var ki en yiğidimiz bile kendi kendinden korkuyor. Vahşi olanın kesilip atılması hayatımıza gölge düşüren bir kendi kendini reddedişle trajik bir yaşam savaşına dönüşüyor. Boğmaya yeltendiğimiz her güdü zihnimizde çöreklenerek bizi zehirliyor. Gövde bir kez günah işler ve günahla ilişkisi kesilir, çünkü eylem bir tür arınmadır. Eylemden sonra tek artakalan bir zevkin anımsanması ya da bir pişmanlığın lüksüdür. Şeytandan kurtulmanın tek yolu şeytana uymaktır. Karşı gelindi mi ruh kendi kendine yasakladığı şeyin özlemiyle hasta düşer; kendi ürkünç yasalarının korkunçlaştırdığı ve yasallıktan çıkardığı şeye karşı duyduğu arzuyla marazileşir. Dünyanın büyük olayları insanın beyninde oluşur, diyenler vardır. Dünyanın büyük günahları da beyinde, yalnızca beyinde oluşur. Siz Mr. Gray, şu gül kırmızı gençliğiniz, gül beyaz delikanlılığınızla siz de kendi kendinizi
korkutan ateşli duygular yaşadınız, içinize dehşet salan düşünceleriniz oldu, geceleyin gördüğünüz ya da uyanıkken kurduğunuz öyle düşler var ki sırf hatırlaması bile yüzünüzü utançtan kızartabilir..."
"Yeter!" diye Dorian Gray titrek sesle konuştu. "Susun! Kafamı karıştırıyorsunuz. Ne diyeceğimi bilemiyorum. Size verilecek bir cevap var ama bulamıyorum. Konuşmayın. Bırakın düşüneyim. Ya da, daha doğrusu, düşünmemeye çalışayım."
Hemen hemen on dakika orada hareketsiz durdu, dudakları aralık, gözlerinde tuhaf bir parlaklık. İçindeki yepyeni kıpırtıları hayal meyal sezinliyordu, gene de bunlar kendi içinden gelmiş gibiydi. Basil'in arkadaşının söylemiş olduğu şu birkaç söz -rastgele söylenmiş sözler, hiç kuşkusuz, kasıtlı çelişkilerle dolu- genç adamın içinde gizli bir tele dokunmuştu. Şimdiye değin el değmemiş olan bu telin şimdi garip bir nabız vuruşuyla titreşimler yaparak attığını duyumsuyordu Dorian.
Müzik de böyle heyecanlandırırdı onu. Müziğin onu tedirgin ettiği çok olmuştu. Ne var ki müzik sözle konuşmaz. İçimizde yarattığı şey de yeni bir dünya değil yeni bir kaostur. Sözcükler! Basit, sıradan sözcükler! Nasıl da korkunçtular! Nasıl duru, canlı ve acımasız! İnsan onlardan kaçamıyordu. Gene de nasıl elle tutulmaz bir büyüleri vardı! Maddesiz şeylere esnek bir form verme yeteneğine sahiptiler sanki, sanki kendilerine özgü bir müzikleri vardı, viyola gibi, flüt gibi tatlı. Gündelik sözler ha! Sözden daha gerçek bir şey var mıydı?
Evet; delikanlılığında aklının ermediği şeyler olmuştu. Dorian şimdi anlıyordu bunları. Yaşam gözünde ansızın ateş rengi kesilmişti. Ateşlerin içinden yürüyüp gelmişti sanki. Neden daha önce bilememişti bunu?
Lord Henry o anlamlı gülüşüyle genç adamı süzüyordu. Hiçbir şey söylememek gereken o psikolojik anı iyi bilirdi. Derin bir ilgi duyuyordu. Sözlerinin uyandırdığı ani etki onu şaşırtmış, aklına o altı yaşındayken okuduğu bir kitabı getirmişti, önceden bilmediği bir sürü şeyi ona açıklayan bir kitap. Acaba Dorian Gray de buna benzer bir deneyimden mi geçiyor, diye merak etti. Kendisinin yaptığı şey havaya bir ok atmaktan ibaretti. Ok hedefi bulmuş muydu? Nasıl da büyüleyiciydi şu çocuk!
Hallward fırçasının o şahane, cüretli vuruşlarıyla çalışıp duruyordu. Bu fırça vuruşları -hiç değilse sanatta- yalnızca güçten doğan o gerçek olgunluğa, o kusursuz inceliğe sahipti. Ressam odaya çöken sessizliğin ayırdına varmamıştı.
Dorian Gray birden, "Basil, ayakta durmaktan yoruldum!" diye sızlandı. "Gidip bahçede oturmak istiyorum. Buranın havası boğucu."
"Sevgili yavrum, çok üzgünüm. Resim yaparken başka hiçbir şey düşünemiyorum da. Ama hiç böyle güzel poz vermemiştin bana. Hiç kıpırdamadan durdun. Tam da istediğim ifadeyi yakaladım: Yarı aralık dudaklarla parlayan gözler. Harry sana neler söyledi, bilmiyorum ama, doğrusu yüzüne nefis bir ifade vermesini bildi. Sana iltifatlar etmiş olsa gerek. Sözlerinin hiçbirine inanma."
"Hiç de iltifat etmiyordu bana. Belki de bu yüzden, sözlerinin hiçbirine inanmıyorum."
Lord Henry genç adama hayal dolu, süzgün gözlerle bakarak, "Hepsine inandığınızı bal gibi biliyorsunuz," dedi. "Ben de sizinle bahçeye geliyorum. Stüdyo feci sıcak. Basil, şöyle buzlu bir şeyler içelim, çilekli olsun."
"Hay hay, Harry; şu çıngırağı çekiver, Parker gelince ne istediğini ben söylerim. Benim şu arka planı çalışıp bitirmem gerek, size daha sonra katılırım. Dorian'ı çok uzun tutma. Resim yapmak için hiç bugünkü kadar formumda olmamıştım. Bu benim başyapıtım olacak. Şu durumunda bile başyapıtım."
Lord Henry bahçeye çıktığında Dorian Gray'i yüzünü leylakların o dolgun, serin çiçeklerine gömmüş, kokularını şarapmışçasına içerken buldu. Yaklaştı, elini gencin omzuna koydu.
"Çok doğru yapıyorsun," diye mırıldandı. "Ruhun acısını ancak duyular alır, nasıl ki duyuların acısını alabilecek tek şey de ruhtur."
Genç adam irkilerek geriledi. Başı açıktı, ağacın yaprakları buklelerini dağıtmış, yaldızlı saç tellerini birbirine karıştırmıştı. Gözlerinde korkulu bir bakış vardı, uykudan birden uyandırılmış kişilerin gözlerindeki gibi. İnce, düzgün çizgili burun delikleri seğiriyordu, gizli bir sinir dudaklarını soldurup titretmiş gibiydi.
Lord Henry, "Evet," diye konuşmasını sürdürdü. "Yaşamın en büyük gizlerinden biridir: ruhu duyular yoluyla, duyuları da ruh yoluyla şifaya kavuşturmak. Siz harika bir yapıtsınız. Sandığınızdan daha çok bilginiz var; öte yandan bilmek istediğinizden daha azını biliyorsunuz."
Dorian Gray kaşlarını hafifçe çatarak başını öte yana çevirdi. Yanı başında duran bu uzun boylu, zarif genç erkekten hoşlanmamak elinde değildi. Bu erkeğin romantik esmer yüzü ve yıpranmış ifadesi ilgisini çekiyordu. Lord Henry'nin o alçak, uykulu sesinde insanı iyice büyüleyen
bir şey vardı. O serin, beyaz, çiçeğe benzer elleri bile tuhaf bir çekicilikteydi. Adam konuştukça müzik misali kımıldayan bu ellerin kendince bir dili var gibiydi. Gene de Dorian ondan korkuyor, korkusundan da utanıyordu. Nasıl olmuştu da bir yabancı kendisini böylesine çözümlemişti. Basil Hallward'ı aylardır tanıyordu, ama aralarındaki dostluk Dorian'ı bir değişime uğratmamıştı. Derken ansızın hayatına giren biri ona yaşamın gizini açıklamıştı sanki. Ne vardı ki ortada korkacak? Okul çocuğu ya da bir genç kız değildi ki o. Korkmak gülünç şeydi.
Lord Henry, "Hadi, gidip gölgede oturalım," dedi. "Parker içkilerimizi getirdi. Bu güneşte daha fazla kalırsanız güzelliğiniz solar, Basil de bir daha hiç resminizi yapmaz. Gerçekten de, güneşten yanmamaya çok dikkat etmelisiniz. Size hiç yakışmaz."
Dorian Gray, "Ne önemi olabilir ki?" diye gülerek bahçenin sonundaki sıraya oturdu.
"Sizin için her şeyden önemlidir, Mr. Gray."
"Neden?"
"Çünkü harika bir şekilde gençsiniz. Bu dünyada elde tutmaya değer tek şey de gençliktir."
"Bana hiç öyle gelmiyor, Lord Henry."
"Yok, şimdi öyle gelmez. Bir gün gelecek ama, ihtiyarlayıp buruştuğunuz, çirkinleştiğiniz zaman; düşünceler alnınızda izler açtığı, şehvetin korkunç yangını dudaklarınıza damga vurduğu zaman size de öyle gelecek, hem de acı acı. Şimdi nereye gitseniz herkesin gönlünü kazanıyorsunuz. Hep böyle mi olacak?.. Harikulade güzel bir yüzünüz var, Mr. Gray. Çatmayın kaşlarınızı. Sahi söylüyorum. Güzellik de bir tür dehadır, hatta dehadan daha yücedir çünkü açıklama gerektirmez. Yeryüzünün yüce olgularından biridir güzellik, güneş ışığı gibi, bahar mevsimi gibi, ay dediğimiz o gümüş kabuğun karanlık sularda yansıması gibi. Büyüklüğü sorgulanamaz. Egemenlik onun Tanrısal hakkıdır. Ona sahip olanlara prenslik bahşeder. Gülümsüyorsunuz ha? Eh, güzelliğinizi yitirdiğiniz zaman gülümsemeyeceksiniz. Arada güzelliğin yüzeysel olduğunu söyleyenler çıkar. Ama hiç olmazsa güzellik düşünce kadar yüzeysel değildir. Benim gözümde güzellik mucizeler mucizesidir. Görünüşe göre yargıda bulunmayanlar yalnızca sığ kişilerdir. Dünyanın gerçek gizemi görünmeyen değil, gözle görünendir... Evet, Mr. Gray, tanrılar cömert davranmışlar size. Şu var ki tanrılar verdiklerini
hemencecik geri alırlar. Sahiden, dopdolu, kusursuz olarak yaşamak için yalnızca birkaç yılınız var. Gençliğiniz gidince güzelliğiniz de gidecek, o zaman birden göreceksiniz ki artık kazanabileceğiniz zafer kalmamış. Ya da adi bir takım zaferlerle yetinmek zorunda kalacaksınız ki, geçmişin anıları bu zaferleri yenilgiden de acı kılacak sizin için. Sonuna yaklaşan her ay, sizi kıskandığı için gül ve zambaklarınıza karşı savaş veriyor. Zamanla sarı benizli, çökük yanaklı, nursuz gözlü olup çıkacaksınız. Korkunç acı çekeceksiniz... Ah, gençliğiniz elinizdeyken değerini bilin! Günlerinizin altınlarını sıkıcı kişileri dinleyerek, ciğeri beş para etmeyenleri adam etmeye çalışarak boşa harcamayın; hayatınızı cahillere, adilere, kabalara adayarak yazık etmeyin. Yaşayın! İçinizdeki şahane ömrü sürün! Hiçbir şey boşa gitmesin. Her an yeni heyecanlar arayın. Hiçbir şeyden korkmayın... Yepyeni bir hedonizm: İşte yüzyılımıza gerekli olan bu. Siz bunun gözle görülür simgesi olabilirsiniz. Şu varlığınızla yapamayacağınız hiçbir şey yok. Bir mevsimliğine dünya sizin... Sizi görür görmez anladım ki, gerçekte ne olduğunuzdan, gerçekte ne olabileceğinizden habersizsiniz. Sizde gönlümü kazanan öyle çok şey vardı ki size sizinle ilgili bir şeyler söylemek gereğini duydum. Boşa harcanırsanız ne acıklı olur, diye düşündüm. Gençliğiniz öylesine kısacık sürecek, öyle kısacık. En basit kır çiçekleri de solar, ama sonra gene açarlar. Şu sakız salkımı gelecek haziranda da tıpkı şimdiki gibi sapsarı olacak. Bir ay içinde şu filbahri dallarında mor yıldızlar açacak, Tanrı'nın her yılı yapraklarının yeşil gecesinde mor yıldızlar barınacak. Oysa bizim gençliğimiz bir daha asla geri gelmez. Yirmi yaşındayken nabzımızda vuran sevinç zamanla körelir. Bacaklarımız tutmaz olur, duyularımız çürür. İğrenç kuklalara dönüşürüz. Korkup kaçtığımız tutkuların, tadına bakmaya cesaret edemediğimiz nefis günahların anısı bize rahatlık, dirlik vermez. Ah, gençlik! Gençlik! Dünyada gençlikten başka hiç, ama hiçbir şey yoktur!"
Dorian gözlerini açmış şaşkın, dalgın dinliyordu. Elindeki leylak yerdeki çakıl taşlarının üstüne düştü. Tüylü bir arı geldi, bir an leylağın üzerinde vızıldadı. Sonra minik çiçeklerden oluşmuş yıldız tutamının üzerine tırmandı. Dorian arıyı, önemli şeylerin bizi korkuttuğu, adını koyamadığımız yepyeni bir duygunun içimizde kıpırdadığı ya da bize dehşet veren bir düşüncenin ansızın beynimizi kuşatarak bize teslim ol çağrısı yaptığı zamanlarda önemsiz şeylere karşı duymaya çalıştığımız o tuhaf ilgiyle seyrediyordu. Arının mor bir kahkahaçiçeğinin parlak renkli borazanının içine sokulduğunu gördü. Çiçek şöyle bir titredi sanki, sonra usulca öne arkaya sallanmaya başladı.